Aslında ilahi ve beşerî yakınlaşmanın daha sıcak hissedildiği bayramın adıdır bendeki Kurban Bayramı. Hani derler ya “Çocukluk insanın ana yurdu” diye. İşte, bayram veya ramazan deyince genelde işte böyle çocukluğumuz gelir ekseriyetle aklımıza.
“Muhterem Müslümanlar, kurban derilerinizi, falanca cemiyete, derneğe, vakfa bağışlayınız.” nidaları hâlâ kulaklarımda bir hatıra olarak çınlar her Kurban Bayramı’nda. Çünkü yatılı olarak ortaokul ve lise yıllarımı geçirdiğim Fatih’teki İstanbul İmam Hatip okulumuz “leylî” yatılı yaşadığımız o yıllar Kurban Bayramı’na denk geliyordu. Biz de okul süresince kaldığımız öğrenci yurdunun falanca cemaate ait olması hasebiyle gönüllü olarak oranın kurban toplama organizasyonunda bulurduk kendimizi. Maksat gençlik aksiyonu olsun. O dönemler, şimdiki gibi dijital iletişim araçları yerine kamyonet gibi araçların üzerindeki anons cihazlarıyla mahalle ve sokak aralarına girerek yaptığımız sesli duyurularla çağrıda bulunarak kurban sahiplerinden talep ettiğimiz kurbanların deri ve bağırsaklarını böylece hayır derneklerine bağışlayarak değerlendirmiş olmalarını sağlardık. Bir de o zamanlar yani bahse konu seneler 1970’lerdeki kurban kesimleri şimdiki gibi kurumsal, nizami ortamlarda değil genellikle evlerin bahçelerinde, parklarda veya müsait yeşilliklerde, ağaç altlarında olurdu. Kurban sahipleri becerebilirse kendileri, olmazsa tuttukları kasapla hayvanlarını keser, etlerini vs. alır, geri kalanları elden çıkarırdı. İşte bizim de diğer hayır dernekleriyle âdeta yarışarak kurbandan geri kalanları kapmaca yarışımız gençlik yıllarımda bize ayrı bir heyecan verirdi. Üstelik o yaşlarda belki de sosyalleşmenin, özgüven kazanmanın farkında olmadan antrenmanlarını yapıyorduk. Bir de işin diğer cephesi olarak kendi arkadaşlarımız arasında rekabetimiz vardı. Kim daha fazla toplayacaktı? Ona göre büyüklerimizden daha çok taltif alacaktık. Sonra da ancak yatılı okulumuzdan evci olanlarımız evlerimize gider ailemizle, komşularımızla gecikmeli de olsa bayramlaşır, ziyaretler yapardık.
Aslında ilahi ve beşerî yakınlaşmanın daha sıcak hissedildiği bayramın adıdır bendeki Kurban Bayramı. Hani derler ya “Çocukluk insanın ana yurdu” diye. İşte, bayram veya ramazan deyince genelde işte böyle çocukluğumuz gelir ekseriyetle aklımıza. Çoğu yetişkinlerin dilindeki “Nerede o eski ramazanlar” derken de bence kastedilen, tarihte yaşanmış kadim ramazanlar değil yakınlarımızla birlikte çocukken geçirdiğimiz hoşça saatlerdir, sohbetler ve ortak ibadetlerdir. Bu yazıyı kaleme almam söz konusu olduğunda bayramlara dair ne yazılabilir diye düşünürken aklıma ilk gelen elbette çocukluk anılarım oluverdi. Evlendikten sonraki dönemde ailem ve çocuklarımla da biriktirdiğimiz nice bayram hikâyelerimiz olmuştur. Onların da ayrı bir tatlı yanı saklıdır hafızamızda. Nitekim bizim de arzumuz evlatlarımıza hayatları boyunca unutamayacakları, güzel bir şekilde yad edecekleri hatıraları ve hikâyeleri yaşatmak; bunu yaparken de yanı başlarında olmak. Mesela onlardan bir tanesini paylaşayım. 1990’lı yıllarda henüz dönüşüme girmemiş olan Çamlıca’daki bahçeli evimizde yine çekirdek ailemizle, annemin de hayatta olduğu o zamanda ortak hisseye girerek kurbanımızı kesiyoruz. Hayli irice olan büyükbaş kurbanlık boğamız bayramdan bir iki gün önce âdeta ziyarete açılmış bir kıymetli eser gibi beslenerek beklerdi bağlı olduğu ağaçta. Onu çocuklarla besler, uzaktan da olsa sever ve çocuklarımıza âdeta bizim cennete gönderecek hediyemiz manasını hissettirirdik. Daha sonra, hayli zor da olsa kardeşlerimizle birlikte gönüllü komşu kasapla vecibemizi yerine getirirdik. Kurban etlerini taksim ederken de komşu paylarını çocuklarımızla yollar, bu vacip vecibenin verdiği manayı onlara da yaşatmış olurduk. Ama şimdi öyle mi? Dijitalleşmenin getirdiği kolaylıklarla günümüzde hayli yaygın olan hayır kurumları, vakıflar, dernekler işi öylesine konforlu kıldılar ki dileyen tercih ettiği kurumun hesabına verdiği vekaletle hatta istediği ülkedeki Müslüman kardeşiyle paylaşabilmekte kurbanını. Gerçi bu da ayrı bir hizmet. Hani eskilerin sadakataşı infakı gibi. Ne yardımı veren ne de alan birbirini görüp tanır. Ama paylaşma, dayanışma da ihmal edilmez bu güzellikte. Ama gel gör ki Z Kuşağı tabir denilen yeni nesiller fiilen bu kurban sürecine bizzat katılıp yaşayamadıkları için sanki bir yerlerde bir nakıslık var gibi bir hissiyat taşımışımdır içimde. Daha doğrusu bizim çocukluğumuzda fiilen yaşadığımız Kurban Bayramı’ndaki İsmailî havayı teneffüs edemeyen yeni nesil adına hep bir burukluk yaşar dururum. Yine ben de katılırım o geleneksel koroya: “Ah nerede o eski Kurban Bayramları?”