Namazdan hemen sonra cami avlusunda başlayıp gün boyu süren bayramlaşmalar başlamıştır. Çocuklar önce babalarını ve büyük akrabalarını yakalamak peşindedir. Sonra da diğer cemaat sıraya alınır.
Rize’nin sahilden 35-40 km içerlek bir köyündeyiz. Çocuklar için bayramın birkaç gün öncesinden başladığı köyde... Durmuş Hacı Hüseyin’e diktirilmiş geniş bir kadife pantolon (rahmetli zaten normal darlıkta bir pantolon hiç dikmezdi), yeni bir Trabzon lastiği (Derby yahut Cizlavet marka olursa birinci sınıf kundura yerine geçer), satın alınmış veya evin yaşlı erkeği tarafından örülmüş yeni bir çift yün çorap ve nihayet bir gömlek...
Böyle bir “takım” düzebilene aşk olsun; Cennetliğin tâ kendisi.
Babası gurbette inşaatçı olan arkadaşlarımızın bazıları daha şanslı sayılırdı. Baba ya kendisi gelirken çocuklarına üst baş getirir veya bayram için köye gelen bir arkadaşıyla gönderirdi. Fakir ailelerin çocuklarını daha da koyulaşmış bir hasret beklemektedir. Anneleri becerikli ise eski pantolonlarını yıkar, yamar, paçalarını düzeltir, eksik düğmelerini tamamlar, eli yüzü düzgün hâle getirir. Eski lastik ayakkabılar gürül gürül akan çeşmenin altında yıkanır (bundan iyi boya ve cila olur mu?), altı nisbeten az yırtılmış veya erimiş çoraplar altı tamamen “gitmiş” olanların bilek kısımları kullanılarak yamanır, dikilir. Dikiş için çoğunlukla hâlâ kendirden mamul iplik kullanılmaktadır. Biraz kalıncadır ve yamanın üzerinde kendini belli eder. Hele diken hanımın eli çok yatkın değilse... Sanayi malı makara ipliği olan ev azdır. Zaten naifliği ve dayanıksızlığı sebebiyle pek makbul de sayılmaz.
İşte çocuklar bayram akşamına çıkmıştır. Anneler ve genç kızlar ev ve avlu temizlikleri yapar, zengin evlerde bayram yemekleri ve tatlılar hazırlanır. Alacakaranlıkta köyün meşhur tüfek ve tabancaları şakımaya başlamıştır. Köyün yüksek yerlerinden peş peşe patlayan tüfek mermilerin çoğunun sesi tanıdıktır. Halinz’dan Tahir atıyor, Kutuz’un mahallesinden Adem veya Tolan atıyor, Mıhçiler’den Mutika atıyor... Sesi ve yankısı güzel ve yüksek tonda olsun diye kayalara ateş edilir. Çift (yankılı) patlamaya “kumbaralı patlama” denirdi.
Yatmadan önce yıkanmak faslı var. Ateşe kalın odunlar atılır, bu yolla hem ısı oranı yükselir hem de aydınlatma artar. Her evde büyükçe bir leğen (yıkanma teknesi) vardır, kimisi bakır kimisi kızılağaçtan mamul. Leğen ateşe yakın bir yere yerleştirilir. Anne büyük güğümde suyu ayarlar. Önce erkek çocuklar yıkanır; tabii bağrışmalar, gülüşmeler eşliğinde. Henüz terlik ve pijama köye gelmemiştir, o yüzden anne yıkadığı çocuğunu kurular, giydirir, başına eski bir çember, varsa havlu sarar, ayakları kirlenmesin diye sırtına atar, doğru yatağa... Sonra öbürü, sonra öbürü...
Erkek çocuklar sahayı terk edip ertesi günün rüyalarıyla dolu tatlı uykularına dalarken sıra kız çocuklara gelir. Onlar da daha bir sessizlik, mahremiyet ve titizlik içerisinde, anneleriyle fısıldaşarak, biraz da nazlanarak arınırlar. (Aaah o gani gönüllü, güngörmüş anneler! Ne oldular, nerelere gittiler?).
Evin erkekleri sabah ezanı okunmadan kalkar, giyinir, abdestini alır ve camiye doğru yola koyulur. Eski alışkanlıklarını veya babasının geleneğini sürdürenler yarım saatlik, bir saatlik mesafeyi katetmeyi göze alarak Büyük Cami’ye veya babasının gittiği camiye gider, diğerleri ise mahalle camilerinin dershane denen oturma kısmına kendini atar.
Hoca zaten çoktan kalkmış, gelmiş, sobayı uyandırmıştır. Bir taraftan da ders bakmaktadır, mollalığı varsa vaaz edecek, en azından yıllanmış Osmanlıca hutbe mecmuasından bayram hutbesini okuyacaktır.
Çocuklar ancak bayram namazına yetişir. Büyükler için bile nisbeten karışık olan bayram namazı onlar için bir problem teşkil etmez. Nasıl olsa yanındakini gözetleyecek ve onun yaptıklarını üç aşağı beş yukarı yapacaktır. Yanlış yapsa, rükuya biraz geç gitse ne olur ki? Çocukların kafası namazdan sonraki bayramlaşmalarda alınabilecek muhtemel harçlıklarda yoğunlaşmakta, oralarda derinleşmektedir.
Namazdan hemen sonra cami avlusunda başlayıp gün boyu süren bayramlaşmalar başlamıştır. Çocuklar önce babalarını ve büyük akrabalarını yakalamak peşindedir. Sonra da diğer cemaat sıraya alınır. O heyecan içerisinde “Bayramınız mübarek olsun.” cümlesini tam olarak, doğru ve işitilebilir bir sesle söyleyebilenlerin sayısı hayli sınırlıdır.
Ben hocalarla ve mollalarla bayramlaşmaktan özel bir zevk alırdım. Onlar “Senin de mübarek olsun.” demekten öte manasını anlamadığım fakat söyleniş tarzında ve vurgularından etkilendiğim Arapça bir ifade kullanırlardı. Sonraları bunun “Ğafarallâhu lenâ veleküm ecma’in” (Allah bizi ve sizi bağışlasın) ibaresi olduğunu öğrenecektim.
Benim çocukluğumda bayramlaşan, el öpen çocuklara verilen harçlık genellikle 25, bilemedin 50 kuruştu. 5 veya 10 kuruş veren yaşlılar da olurdu. Cebinde ne vardı ki ne verecekti? 1 lira verenler çok nadirdi. Zaten bizim de günlerce almayı tasarladığımız şeyler çok sınırlı ve mütevazı idi. Mantar, sakız, şeker, lokum, balon... Hepsi bu. Bayram harçlıklarından oluşan bütçeyi, mantar tabancası almak dışında zorlayan şey yoktu.
Namazdan ve bayramlaşmadan sonra büyükleri yemeğe davet eden aileler bellidir; cemaatin önemli bir kısmı eve gider. (Bizim mahallede Vahitler’in evine gidilirdi) Caminin hocası ve orada kalan birkaç yaşlı için camiye de yemek ve tatlı getirilirdi.
Mahallenin çocukları dedemden kalma bir gelenek olmak üzere bayram yemeklerini bizim evde yerlerdi. 15-20 çocuk bir veya iki sofranın etrafında kurulurduk. Hepimiz aynı tabaktan yerdik. Önce yağlı tava yemeği (çoğunlukla muhlama); sonra çorba (sebzeli yemek), ardından pilav ve en önemlisi büyükçe bir tabak bal.
Evimizden hiç eksik olmayan balın bolluk ve bereketini nasıl anlatabilirim? Çocuk arkadaşlarımızın heyecanla ve hevesle bekledikleri de bu büyükçe tabaktı, çünkü çok azının evinde bal bulunurdu. (Zamanlar geçtikçe, zenginleşme ve refah oranı arttıkça bizim bayram sofrasındaki çocukların sayısı da heyecanları da azaldı). Biz aşa kaşık sallarken rahmetli anam bir taraftan bize yemek yetiştirir, bir taraftan da sofrayı devirmeyelim, üzerimize dökmeyelim, itişip kakışmayalım diye sürekli bizi uyarırdı. Kolay değil, 5 ila 12 yaş arasında 15-20 çocuk aç kurtlar gibi, aynı anda, aynı kaptan yemek yiyor.
Çocuklar ve gençler için bayramların iki geleneksel eğlencesi vardır. Biri salıncak (mahallî tabirle layıncak) diğeri de ılıcaya gitmek. Ortalık aydınlanır aydınlanmaz mahallenin belli yerlerinde, dalları kalın ve yüksek armut ağaçlarına halat atılarak müthiş salıncaklar yapılırdı. Mahir ve kıvrak gençlerin elinde salıncağın gidiş geliş kavsi herhâlde 15-20 metreyi bulurdu. Kızlar ve erkekler için ayrı ayrı salıncak mahalleri vardı, ama kenar yerlerde kızlarla delikanlıların yumuşak yasaklar içinde kaçamak yaptıkları bir veya iki salıncak yeri de hep olmuştur.
Ilıca, köyümüzden yaklaşık 3-4 km uzaktaki Şimşirli (eski adı Komes) köyünde kayanın göbeğinden fışkıran bir maden suyu idi. Bayramlarda kadın erkek, çoluk çocuk kafileler hâlinde oraya gidilir, birkaç yudum ılıca suyu içilir, oturulur, getirilen kaplara doldurulur, ağızları sıkı sıkıya kapatılır ve geri dönülürdü. Çocuklardan bazılarının orada bu su ile yıkandıkları da olurdu. Bazı hastalıklara özellikle sindirim sistemi rahatsızlıklarına, bağırsak parazitlerine bu yıkanmanın iyi geldiği kanaati yaygındı. Soğuk su ile ve açık havada, bir halkanın içinde gerçekleşen bu yıkanma merasimi enteresandı.
Şimdi düşünüyorum da ne kadar mütevazı ve sade, ne kadar neşeli ve derin bayramlarımız varmış!