31 Mart 2025, Pazartesi

SOSYOLOJİK BAKIŞ AÇISIYLA BAYRAM: Anlamına ve Toplumsal Etkilerine Dair Bazı Değerlendirmeler

Miladi 2025, Hicri 1446 yılının Ramazan Bayramı’na ulaşmak üzereyiz. Bu vesileyle bayramların, özellikle de dinî bayramların sosyolojik anlamını ve toplum üzerindeki etkilerini hatırlamak, bize bayramın hakkını vermek konusunda da yardımcı olacaktır. Aslında bayramın manasının herkes için çok açık olduğunu düşünmeye mütemayilizdir. Yine de bayramla ilgili bir yazıya kelimenin yalın manası ile başlamak uygun düşer. Osman Fikri Sertkaya Türk Dili (2021) dergisinde yayınlanan “Bayram Kelimesi Üzerine” başlıklı yazısında bayram mefhumunun Göktürk ve Uygurlardan bu yana hangi kelimelerle ifade edildiği ve nasıl bir evrim geçirdiği üzerinde durmaktadır. Sertkaya’nın belirttiğine göre Göktürk ve Uygur metinlerinde rāma kelimesi ile ifade edilen bayram mefhumu “sevinç, neş’e, huzur, mutluluk, sükûn” (2021: 4) anlamlarına geliyordu. Mefhum, zaman içinde ve farklı topluluklarda farklı kelimelerle karşılanmaya başlamıştır. “Sevinme günü”, “yiyip içme, konuşup eğlenme meclisi” (Sertkaya 2021: 9, 10) anlamlarını içerecek şekilde evrilmiştir. Kısaca özetleyecek olursak, bayram “Kutlanan gün, neşe ve sevinç günü” anlamına gelmektedir (Sertkaya 2021: 11-12). TDK’nın Güncel Türkçe Sözlük’ünde ise bayram “Millî veya dinî bakımdan önemi olan ve kutlanan gün veya günler” şeklinde anlamlandırılmıştır (https://sozluk.gov.tr). Yukarıda zikrettiğimiz sözlük anlamlarına bakılarak bayramların yalnızca birer kutlama ve sevinç günü olduğu düşünülebilir. Oysa bayramlar geçmişte gösterilen çabaların, bu çabalar sonucu kazanılan başarı ve zaferlerin ya da gösterilen fedakârlıkların birer nişanesi, ödülü olarak da tanımlanabilir. Millî bayramlar, toplumun/halkın canı pahasına gösterdiği direnişler sonucunda elde edilmiş bağımsızlıkların anılması, onurlandırılması ve kutlanmasıdır. Dinî bayramlar, mesela Ramazan Bayramı bir ay boyunca tutulmuş oruçlarla nefsî terbiye etme çabalarının karşılığı olarak bahşedilmiş bir ödüldür. Bu nedenle, burada söz konusu olan sevinç de köksüz, sıradan, dünyevi bir sevinç değildir. Uhrevi bir gayret sonucunda kazanılan bir sevinçtir. Bayram, kendisini idrak edenlere, uğrunda çaba gösterilen ortak anlam ve değerleri hatırlatır. Bu idrak, sahiplerini tekrar ve yeniden bilinçlendirir. Millî ve dinî bayramlar arasına çizilen bu ayrım çizgisi de her zaman bu kadar net bir şekilde karşımıza çıkmaz. Sınırların bulanıklığını, alanların iç içeliğini gösteren en güzel örneklerden biri Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” başlıklı şiiridir. Kendi Gök Kubbemiz kitabına adını veren bu şiirde Beyatlı’nın dile dökmeye, vezne akıtmaya çalıştığı duygular toplumsal hafızanın dinî idrakle bütünleşmesine dair duygulardır. Beyatlı bu şiirinde madde-mana, hayat-ölüm gibi meseleleri İstanbul ve Süleymaniye bağlamında şöyle ele almaktadır: “Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir, duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir. Bir geliş var! Ne mübarek, ne garib âlem bu! Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu. Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.” Beyatlı bunları söylerken bayramı kutlanabilir kılan şeyin, ecdadın inanç ve fedakârlıkları, iman ve şehadetleri olduğunu vurgulamaktadır. O kadar canlı bir betimlemedir ki bu, bayramı kutlamaya gelen İstanbulluların İstanbul’u bir İslam kenti yapan cihadın neferleriyle birlikte Süleymaniye’nin kapısından girişleri, o sırada yaşanan heyecan, akış, içeri doluş gözlerinizin önüne gelir. Bu esnada Süleymaniye’nin “tarih oluşu”, tarih kılınması aslında bayramın toplumsal hafıza ve toplumsal bilinçle olan özdeşliğini ima eder. Dinî bayramların toplumsal hafızayı dinî idrakle birleştirme, iç içe geçirme özelliği yanında farklı toplumsal sınıfların bir arada yaşamasını ve dayanışmasını sağlama özelliği de zikredilmeye değerdir. Ramazanın oruç ekseninde deneyimlenen sayısız olumlu etkileri bayrama da yansımaktadır. Ramazan ayında konu komşuya, mahalleliye hatta yoldan geçen Tanrı misafirlerine iftar ve sahur ikramları yapılır; “diş kirası” adı altında hediyeler verilir ve farklı sınıfların yatay dayanışma ağları ile birbirlerine bağlanmaları sağlanır idi. Turgut Cansever kendi çocukluğundan net hatıralarla naklettiği bu tür davranış biçimleri, bunların -birer ütopya olmayıp- özellikle de Osmanlı-İslam kentlerinde kurumsallaşmış olduğunu ve ramazanın toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmak bakımından ne kadar anlamlı örüntüler ortaya çıkardığını göstermektedir (ilintili tartışmalar için bkz. Erkilet 2024). Çok-kültürlü İslam kentleri aynı zamanda çok-tabakalı ve/veya çok-sınıflı karakteristikleri ile servetin yukarıdan aşağıya ve yatay eksende yeniden dağıtımını sağlamışlardır. Gerek ramazan gerekse bayram ile ilişkilenen ritüeller de bu sürece katkı sağlamıştır. Mehmet Şeker, İslam’da Sosyal Dayanışma Müesseseleri başlıklı kitabında özellikle Ramazan Bayramlarının dayanışmacı karakterine ve etkilerine işaret etmektedir. Şeker’e göre Ramazan Bayramı’nda bayram namazından sonra “Cami kapısında hemen bütün cemaat, tanıdık, tanımadık, vezir, nazır, ahçı, uşak, hekim, hamal, ırgat, caminin sınıf farkını ortadan kaldıran birleyici ve birleştirici kanunlarına uyarak musafaha edip kucaklaşırlardı” (2007: 139). Burada sözü edilen birleyicilik ve birleştiricilik sadece bayrama özgü vasıflar olmayıp İslam’ın temel ilkelerinden ve özellikle de tevhit ilkesinden kaynaklanmaktadır. Tevhit ilkesinin şemsiyesi altında toplayabileceğimiz İslami ilkeleri hayata aktaran davranış kalıplarıdır bunlar. Dışlayıcı değil kapsayıcı olmak, ayrıştırmak yerine dâhil etmek, istiflemek yerine paylaşmak ve daha niceleri, tevhit kaynaklı değer hükümleri olup Müslümanların gündelik hayatlarında, sosyal etkileşimlerinde ve yapıp etmelerinde tezahür etmişlerdir. Bayrama yansıyan hakikat, ramazanda, oruçta, ikramda tezahür eden aynı hakikattir. Dolayısıyla bunları ayrı ayrı ele almak yerine aynı bütünün, aynı sürekliliğin parçaları olarak düşünmek gerekir. Ramazan ayı ile bayram arasındaki bir geçiş ritüeli olarak tanımlayabileceğimiz sadaka-i fıtr da bu bağlamda zikredilebilecek sosyoekonomik bir ibadettir. Ramazan orucunun çeşitli sağlık sebepleriyle ya da geçerli mazeretlerle tutulamamasından ötürü verilen fidye ya da kefaretten farklı olarak sadaka-i fıtr ramazan orucunu tamamlayıp, sağlıkla bayrama erişildiği için verilir (bkz. Şeker 2007: 184). Bu açıdan bakıldığında, orucun tamamlanmasına dair bir kutlama, oruç ibadetine duyulan hürmetin bir ifadesi olarak anlamlandırılabilir. Tıpkı bu geçiş gibi bayramın kendisi de bir kutlamadır. Asıl önemli olan bu nihai kutlamanın, bu ramazanı uğurlama ritüelinin de israf içeren gösterişçi ve tüketimci bir kutlama olmayıp tam tersine paylaşımcı bir dayanışma örneği olmasının tavsiye edilmesidir. Demek ki, bayram her ne kadar bir “sevinme”, “eğlenme”, “gezme”, “yeme içme” günü olsa da bu günün hakkının nasıl verileceği, nasıl idrak edileceği tevhit ilkesi çerçevesinde düzenlenmiştir. Bayram, ramazan boyunca gerçekleştirilen nefis terbiyesinden çıkıp önceki hayatımıza geri dönmek değildir. Toplumsal açıdan, dayanışmacı örüntülerin yılın bir ayından her gününe yayılmasının sağlanmasını amaçlar. İsraf ve sefaletin sadece ramazan ayında değil tüm yıl boyunca, sadece bir toplumun sınırları içinde değil uluslararası ölçekte ortadan kaldırılması sağlanmalıdır. Orta yol üzere hayatını sürdürebilen bir toplumun inşası sürecine yatırım yapılmalıdır. Toplumsal barış ve sosyal adaletin tesisi bakımından da kaçınılmaz olan bu inşa, sadece nefisle ilgili psikolojik değişimlerin yaşanması yoluyla başarılamaz. Bu bireysel değişimlerin aileden ve ekonomik işleyişten başlayarak tüm toplumsal ilişki ve etkileşimlere ve kurumlara kadar yayılması gerekir.
Prof. Dr. Alev ERKİLET
Prof. Dr. Alev ERKİLET

Yazar hakkında bilgi bulunmamaktadır.

Yazarın Diğer Yazıları