1982 yılı haccında, Arafat’taki çadır
hazırlıklarını denetlemek üzere ikindi vakti otomobille Mekke’den yola
çıkmıştım. O günün akşam saatlerinde hacılarımızın Arafat’a çıkış programını
başlatacak ve gece geç vakitlere kadar bütün kafilelerimiz çadırlarına
yerleştirilmiş olacaktı.
Arafat’a yaklaştığımızda, zaten puslu
olan hava birden karardı, yağmur başladı ve kısa bir süre içinde yağmurla
karışık fırtınaya dönüştü. Yerin ve göğün birbirine karıştığı fırtına o kadar
dehşet verici idi ki yolda arabanın direksiyon hâkimiyetini kaybedip savrulmak
işten değildi. Hemen arabamızı bir kenara çekip fırtınanın ve yağmurun
dinmesini beklemek zorunda kaldık.
10-15 dakika sonra fırtına dinmiş ve biz
Arafat’a varmıştık ki aman Allah’ım bir de ne görelim, Arafat’taki bütün
çadırlar yerle bir olmuştu. Hiç mübalağası yok, binlercesinden ayakta bir tane
çadırımız bile kalmamıştı. Bu sıkıntılı görüntü sadece bizim değil, diğer
birçok ülkenin hacılarını da ilgilendiriyordu. Çadırlar hem sırılsıklam
ıslanmış hem de kuma bulaştığı için ağırlaşmıştı. Yerden kaldırılıp yeniden
kurulmaları kolay olmayacaktı.
Biraz önce, akşam saatlerinden itibaren
gece geç saatlere kadar hacılarımızın Arafat’a taşınması ve çadırlarına
yerleştirilmesi gerektiğinden söz ettim. Ama bir tek çadırımız dahi
bulunmadığına göre şimdi ne yapacaktık? Eylül ayının son günleriydi. Yani
gündüz saatlerinde mukaddes toprakların oldukça sıcak günlerini yaşıyorduk.
Ertesi gün, sığınacak bir gölgenin bulunmadığı Arafat’ta, yakıcı güneşin
altında sabahtan akşama kadar başları açık ve ayakları çıplak bu insanların
hali ne olacaktı?
Çadırları bu kadar kısa sürede Suudi
yetkililerinin kurması da düşünülemezdi. Çünkü bütün ekipleri Arafat’taki
işlerini bitirmiş ve dağılmıştı. O an itibarıyla bir yetkiliye ulaşmak da
imkânsızdı. Bu duruma göre her ülkenin hac sorumluları kendi hacıları için
başlarının çaresine bakmak durumunda idi.
Derhal Hac Dairesi Başkanı ile
yaptığımız değerlendirme sonunda genç hacılarımızdan ekipler kurarak
çadırlarımızı yeniden kurmaya karar verdik ve bu iş için iki genç arkadaşımızı
görevlendirdik. Her iki arkadaşımızın emrine gönüllü 19’ar kişi (hacı veya din
görevlisi) verdik. Toplam 40 kişi olarak başladılar yıkılan çadırları yeniden
ayağa kaldırmaya. Büyük mücadelelerle bu çalışma sabaha kadar devam etti.
Tabiatıyla hacılarımızın Arafat’a
akışlarını da yavaşlattık. Bir taraftan hacı kafilelerimiz Arafat’a akıyor, bir
taraftan ekipler çadır kurmayı sürdürüyordu. Kuruluşu tamamlanmış çadırların
gelen kafilelere yetmediği durumlarda hacılarımız da genciyle ve yaşlısıyla bu
çalışmaya katılıyordu. Çok şükür, sabahleyin güneş bastırmadan biz bu işi
tamamlamış, bütün hacılarımızı çadırların altına almayı başarmış ve ancak rahat
bir nefes alabilmiştik.
Ben Arafat sonrası günlerden birinde
idareci arkadaşlarımdan biriyle Hac Bakanlığı Müsteşarı’nı ziyaret ettim ve
Arafat’ta verdikleri çadır hizmetinden hiç istifade etmediğimizi söyleyerek
çadır paralarının geri verilmesi gerektiğini söyledim ve bunun için kendilerine
bir dilekçe sundum. Bu yaptığımız, göle maya çalmak gibi bir şeydi. Ama maya
tutmuş ve biz istifade etmediğimiz bu hizmetin karşılığını geri alabilmiştik.
Arafat günü Suudi yetkili makamları da
havadan çekilmiş fotoğraflarla bu durumu tespit ettikleri için derdimizi
anlatmamız zor olmamıştı. Dilekçemiz hemen konuyla ilgili heyete havale
edilmiş, anında müzakereye alınmış ve henüz biz bakanlıktan ayrılmadan
talebimizin kabul edildiği bildirilmişti. Doğrusunu söylemek gerekirse bu hızlı
işleyişe hayret etmiştik.
Bir gün sonra muhasebeci elemanımızın
Hac Bakanlığı muhasebesinden teslim aldığı paranın miktarını hatırlamıyorum.
Ama bu parayı vakfın hesabına almayı uygun görmediğimden, tamamının o yıl hacda
bulunan hak sahibi hacılarımıza dağıtılması talimatını vermiş ve her bir hacıya
parası iade edilmişti.