Hatırladığınız bayramların
özelliklerini anlatmak isteseniz nereden başlarsınız?
Bayram merkezli olarak
neleri kaybettik ve kaybediyoruz veya bugünün şartlarında neler yapmamız lazım
soruları açısından da bu sorunuz önemli. Bugünden bakarak en ziyade önemli
olduğunu düşündüğüm husus, bayramların, her durumda ve her seviyedeki insanın
farklı şekillerde katılabileceği özelliklerinin gittikçe kaybolması. Herkesin
ve her seviyede… Bu hem maddi hem de manevi açıdan bir fakirleşme. Dinin
anlaşılması ve yaşanması açısından da bir fakirleşme bu...
Modern düşünce gibi modern
hayat da tek tipleşmeyi dayatıyor. Dinî anlayış ve dinî hayatımız da tek
tipleşiyor maalesef… Bu da dinin toplumun bütün katmanlarına, hayatın bütün
aşamalarına bir şekilde intikalini ve nüfuzunu azaltıyor. Bunun üzerinde
düşünmek gerekiyor.
“Farklı şekillerde…” derken
neyi kastediyorsunuz hocam?
Şöyle ki: Toplumun bütün
kesimleri aynı bayrama, aynı akışa katılabiliyordu. Yaşlısı, genci, çocuğu,
kadını, erkeği, zengini, fakiri, delisi, meczubu, dilencisi, takva sahibi
olanı, berduşu, âlimi, hocası, arifi, kamberi, davulcusu, zurnacısı… Hepsi
bayrama katılıyor, ondan kendince bir tat, bir neşe, bir pay alıyor;
başkalarına da bir pay veriyordu. Fakat anlama, kavrama ve eylem itibarıyla
farklı seviyelerde, farklı şekillerde… Bunların hepsi birbiriyle bayramlaşıyor
mesela, camide, mahallede, sokakta, avluda, evlerde, kabir ziyaretlerinde,
eğlence yerlerinde konuşuyor, bayramlaşıp şakalaşıyorlar…
Bunları bir nostalji olsun
diye anlatmıyorum. Bugünün şartlarında, evet bugünün şartlarında vasıflı bir
bayram atmosferi nasıl bulunabilir, bunun üzerinde kafa yormamız lazım.
Belki eski alışkanlıklar
kalkıyor ama yerine yenileri geliyor, deniyor. Mesela, bugün vakıflar ve
dernekler aracılığıyla kurbanımızı kilometrelerce uzaktaki muhtaç insanlara
ulaştırabiliyoruz. Bu, yeni ve olumlu bir imkân ve gelişme değil mi?
Kısmen evet, kısmen hayır.
Tanımadığımız, uzak diyarlardaki muhtaç insanlara ulaşmak elbette müspet ve çok
değerli bir şey. Ama kapı komşunla bayramlaşamıyor, ona kurbanından ikram
edemiyorsun, onun kurbanından tadamıyorsun. Bence bu daha büyük bir hadise.
Büyük şehirlerde kişinin, bizzat kendisinin çoluk çocuğuyla kurban kesme imkânı
neredeyse tamamen ortadan kalkmak üzere. Çocuklarımız kurban kesmeyi görmüyor,
öğrenemiyor, öğrenemeyecek. Bu ise kurbana katılamıyor, katılamayacak demek.
Katılımsız bir ibadet olur mu dersiniz? İbadet yakınlaşmak ve derinleşmek
demek. Kurban da yakınlık manasına geliyor, biliyorsunuz. Bunun da kademeleri
var, elbette en üstte Allah’a yakınlık var ama bu kendine ve başkalarına da
yakınlık aynı zamanda; kendini bilmek, başkalarını tanımak...
Sizin de söylediğiniz gibi
kurban, “Allah’a yaklaşma, yakın olma…” anlamlarını da ihtiva ediyor.
“Kurbiyet” açısından düşündüğümüzde Kurban Bayramı, bireysel ve toplumsal
olarak bizlere ne söyler? Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in teslimiyetinden, kurban
ve teslimiyet ilişkisinden yola çıkarak kurban ibadetinin felsefi/hikemî
boyutunu nasıl anlamalıyız?
Hiçbir
ibadet tek boyutlu, tek katmanlı değildir, tabiatı icabı olamaz da. Ayrıca
insandan insana, ibadeti yapana, dahası ibadeti yapanın o andaki
hâletiruhiyesine, hatta bazen ibadet yerine göre de değişir. Düzenli namaz
kılan bir insan düşünün, her namazı hatta her rekâtı manevi bakımdan aynı, eşit
olur mu? Yaptığı duanın lafızları aynı olsa bile her yapış ve yapılış farklı
olabilir; lafızların veya hareketlerin aynı olması, onun tekrar olduğu anlamına
gelmez. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’indeki
Bir kez Allah dese aşkile
lisân
Dökülür cümle günah misl-i
hazân
mısraları, bu farklı
deyişlere ve yapışlara işaret ediyor olmalıdır.
Bir başka şair, latifeli
bir üslupla zıt bir duruma, farkında olmadan yapılan ibadete ve zikre işaret
ediyor:
Leb zikirde amma ki gönül
fikr-i cihanda
Kaldı arada sübhâ-yı
mercan mütereddit
İbadetlerin aşağıdan
yukarıya ferdî, toplumsal ve ilahi tarafları da böyledir. Fakat bu vesile ile
kurban ve hac ibadetleriyle de alakalı olan bir hususa işaret etmek isterim:
Son bir iki asırdır İslam dünyasının, Müslümanların daha fazla dayanışmaya,
yardımlaşmaya, safları sıklaştırmaya muhtaç, ezik ve yoksul bir vaziyette olmaları…
Bu da dinî hayatın ve ibadetlerin de öncelikli olarak “sosyal fayda” üzerinden
yorumlanmalarını artırdı, mübalağalı hâle getirdi. Bunun sebeplerini anlamak ve
bir ölçüde hak vermekle yeni öncelik tespitlerinin doğru olup olmadıklarını
birbirinden ayırmak lazım diye düşünüyorum.
Mesela kurban ibadeti,
esasta insanın kendini, hadi kendi nefsini diyelim, kurban etmesidir. Onun için
“kan akıtmaktır” ifadesi fıkıh kitaplarımızdaki tariflerde yer alır. Aslı esası
budur ve bakın burada “sosyal fayda” yoktur. O sonra gelir.
Ayet-i kerimede geçen “Onların etleri ve
kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır…” (Hac, 22/37.) beyanını da
böyle mi anlamak lazım?
Muhtemelen burada da
birden fazla mana ve işaret var, şimdilik sınırlandırma yapmayalım. Ama
herhâlde mana ve işaretlerden biri de budur. Malum takvanın da farklı anlamları
ve kademeleri var.
Şunu tekrar vurgulayalım:
Konjonktürel olan durumlar ve ikinci, üçüncü derecede sebep ve hikmetler bulmak
hariç, ibadeti öncelikli olarak sosyal fayda üzerinden anlamak ve açıklamak
ibadetin ruhuna aykırıdır. Bir de vaizlerin, hatiplerin diline kadar inmiş,
ilahiyat hocalarının da kullandığı “İslam, sosyal bir dindir.” cümlesi var.
Kastettiklerinin farklı bir şey olduğunu biliyoruz ama yine de bu cümlenin
gerçek anlamıyla seküler bir cümle olduğuna işaret etmek gerek. Meslekten
olanların ve eğitimli dindarların bu ayrımlara dikkat etmesi lazım, diye
düşünüyorum.
Kurban demek, biraz da kutlu
bir iklimin seyri, kutsal toprakların özlemi, hac yolculuğu demek… Her biri
ayrı hikmetli remiz ve sembollerle dolu olan haccın bize vermek istediği asıl
mana nedir?
Bütün ibadetlerin ortak
tarafı herhâlde Yüce Allah’a doğru bir hareket oluşları. Fakat her biri ayrı
bir yol ve yordam üzerinden Cenab-ı Hakk’a doğru uzanıyor. “Allah’a ulaşan
yollar insanların, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.” diyenler, herhâlde bunu
da kastediyorlardır. Hac ibadeti de böyle. Bir tarafıyla kıyamet sahnesi,
mahşer… İnsan kalabalıklar içinde tek başına bir insanlık tecrübesini yeniden
yaşıyor. Kâbe üzerinden, tavaf üzerinden Hz. İbrahim’e, Hz. Âdem’e ulaşmaya
çalışıyor. Üzerinde kefeninden başka bir şey yok; yalın ayak, baş açık… Şah ile
geda, zengin ile fakir eşitlenmiş. Zaten daire ve dairesel hareket de bir
bakıma eşitliğe işaret eder.
Yalnız hac, eski tabirle
“cemiyetli” bir ibadet, birçok unsuru içinde barındırıyor; Arafat’ta vakfe
tavaftan, sa’yden başka bir şey, şeytan taşlama daha başka bir tecrübe… Bir de
gerçek sefer tarafı var. O bakımdan büyük bir ibadet. Hakkını vererek
yapabilene aşk olsun. Bu cümleyi dua cümlesine de çevirelim: Allah hakkıyla eda
etmeyi nasip etsin. (Amin.)
Hocam, İslam ümmetinin hâli
pürmelali malumunuz… İslam’ın tevhit ruhuna, birleştirici ve bütünleştirici
mayasına en fazla ihtiyaç duyduğumuz zamanlardan geçiyoruz. Bir yanda peygamber
emaneti diyebileceğimiz yetimler, öksüzler, kimsesizler, mazlumlar… Diğer yanda
çağın bireysellik, yalnızlık ve bencillik belaları… Yitirdiklerimiz, hakiki
bayramlarımızdır, diyebilir miyiz?
Bayramdaki kayıplar, önce
itikadi ve fikrî, sonra da fiilî kayıpların tezahürlerinden sadece bir alanla
ilgili olanı. Şu anda ve bu bayramda yapacaklarımız elbette çok önemli; bir
susuza bir yudum su takdim etmek, bir yetimin başını okşamak, bir yoksula bir
bayram hediyesi vermek, hatta ümitsiz kalmış birine bir güler yüz göstermek,
hiç şüphesiz ki küçümsenecek bir iş değil. Fakat İslam dünyasının,
Müslümanların, insanlığın bu olumsuzluklara da sebebiyet veren çok köklü ve
derin problemleri var. Bunların bir kısmı anlayış ve kavrayışla alakalı, bir
kısmı yaşama tarzlarıyla, gelecek tasavvurlarıyla alakalı. Onun için köklü ve
uzun vadeli çözüm, daha işin başında itikadi ve fikrî bir sarahate, bir vuzuha
kavuşmadan olmaz. İbadetler ve ahlak konusunda da öyle. İlim ve irfan sahiplerinin
bu sahalarda yapacakları çok iş var. Onların “ibadet”lerinin bir kısmı da bu
sahalara yoğunlaşmalı.
Bilmek, anlamak, kavramak,
inanmak, yaşamak tahmin ettiğimizden daha fazla birbiriyle irtibatlı. Sufiler
ve mistikler yaşamaktan, iç tecrübeden geriye doğru gidiyorlar ama bilmekten
başlayarak yaşamaya ve yakinî imana da varılabilir.
Bayramlar mümin gönüllerde
ibadettir, sadakattir, takvadır, vefadır, merhamet ve paylaşımdır. Gençlerimize
bayramların eğlenceden ibaret olmadığını hatırlatmak için neler düşünülebilir?
Bahsettiğiniz, gençlerle
alakalı ve onlarla sınırlı bir problem kesinlikle değil. Kapitalist ahlakın
çerçevesini çizdiği hayatın akışıyla ve elbette dindar insanların akmakta olan
hayata dair anlayış ve kavrayışlarının seviyesiyle alakalı.
Nurettin Topçu hocanın
gündeme taşıdığı, İsyan Ahlakı’nı anlamaya çalışarak belki yola koyulabiliriz. Ahlak meselesi
çok önemli. Dindar insanlar için de… Ahlakın en önemli yönlerinden biri de
anlayış ve kavrayışta, yaşama üslubunda hangi seviyeye razı olacağınızla
alakalı.
Ben, ahlakta ehven-i şer
çerçevesi işlemez, diyorum.