02 Temmuz 2025, Çarşamba

Prof. Dr. İSMAİL KARA

Hatırladığınız bayramların özelliklerini anlatmak isteseniz nereden başlarsınız?

Bayram merkezli olarak neleri kaybettik ve kaybediyoruz veya bugünün şartlarında neler yapmamız lazım soruları açısından da bu sorunuz önemli. Bugünden bakarak en ziyade önemli olduğunu düşündüğüm husus, bayramların, her durumda ve her seviyedeki insanın farklı şekillerde katılabileceği özelliklerinin gittikçe kaybolması. Herkesin ve her seviyede… Bu hem maddi hem de manevi açıdan bir fakirleşme. Dinin anlaşılması ve yaşanması açısından da bir fakirleşme bu...

Modern düşünce gibi modern hayat da tek tipleşmeyi dayatıyor. Dinî anlayış ve dinî hayatımız da tek tipleşiyor maalesef… Bu da dinin toplumun bütün katmanlarına, hayatın bütün aşamalarına bir şekilde intikalini ve nüfuzunu azaltıyor. Bunun üzerinde düşünmek gerekiyor.

“Farklı şekillerde…” derken neyi kastediyorsunuz hocam?

Şöyle ki: Toplumun bütün kesimleri aynı bayrama, aynı akışa katılabiliyordu. Yaşlısı, genci, çocuğu, kadını, erkeği, zengini, fakiri, delisi, meczubu, dilencisi, takva sahibi olanı, berduşu, âlimi, hocası, arifi, kamberi, davulcusu, zurnacısı… Hepsi bayrama katılıyor, ondan kendince bir tat, bir neşe, bir pay alıyor; başkalarına da bir pay veriyordu. Fakat anlama, kavrama ve eylem itibarıyla farklı seviyelerde, farklı şekillerde… Bunların hepsi birbiriyle bayramlaşıyor mesela, camide, mahallede, sokakta, avluda, evlerde, kabir ziyaretlerinde, eğlence yerlerinde konuşuyor, bayramlaşıp şakalaşıyorlar…

Bunları bir nostalji olsun diye anlatmıyorum. Bugünün şartlarında, evet bugünün şartlarında vasıflı bir bayram atmosferi nasıl bulunabilir, bunun üzerinde kafa yormamız lazım.

Belki eski alışkanlıklar kalkıyor ama yerine yenileri geliyor, deniyor. Mesela, bugün vakıflar ve dernekler aracılığıyla kurbanımızı kilometrelerce uzaktaki muhtaç insanlara ulaştırabiliyoruz. Bu, yeni ve olumlu bir imkân ve gelişme değil mi?

Kısmen evet, kısmen hayır. Tanımadığımız, uzak diyarlardaki muhtaç insanlara ulaşmak elbette müspet ve çok değerli bir şey. Ama kapı komşunla bayramlaşamıyor, ona kurbanından ikram edemiyorsun, onun kurbanından tadamıyorsun. Bence bu daha büyük bir hadise. Büyük şehirlerde kişinin, bizzat kendisinin çoluk çocuğuyla kurban kesme imkânı neredeyse tamamen ortadan kalkmak üzere. Çocuklarımız kurban kesmeyi görmüyor, öğrenemiyor, öğrenemeyecek. Bu ise kurbana katılamıyor, katılamayacak demek. Katılımsız bir ibadet olur mu dersiniz? İbadet yakınlaşmak ve derinleşmek demek. Kurban da yakınlık manasına geliyor, biliyorsunuz. Bunun da kademeleri var, elbette en üstte Allah’a yakınlık var ama bu kendine ve başkalarına da yakınlık aynı zamanda; kendini bilmek, başkalarını tanımak...

Sizin de söylediğiniz gibi kurban, “Allah’a yaklaşma, yakın olma…” anlamlarını da ihtiva ediyor. “Kurbiyet” açısından düşündüğümüzde Kurban Bayramı, bireysel ve toplumsal olarak bizlere ne söyler? Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in teslimiyetinden, kurban ve teslimiyet ilişkisinden yola çıkarak kurban ibadetinin felsefi/hikemî boyutunu nasıl anlamalıyız?

Hiçbir ibadet tek boyutlu, tek katmanlı değildir, tabiatı icabı olamaz da. Ayrıca insandan insana, ibadeti yapana, dahası ibadeti yapanın o andaki hâletiruhiyesine, hatta bazen ibadet yerine göre de değişir. Düzenli namaz kılan bir insan düşünün, her namazı hatta her rekâtı manevi bakımdan aynı, eşit olur mu? Yaptığı duanın lafızları aynı olsa bile her yapış ve yapılış farklı olabilir; lafızların veya hareketlerin aynı olması, onun tekrar olduğu anlamına gelmez. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’indeki

Bir kez Allah dese aşkile lisân

Dökülür cümle günah misl-i hazân

mısraları, bu farklı deyişlere ve yapışlara işaret ediyor olmalıdır.

Bir başka şair, latifeli bir üslupla zıt bir duruma, farkında olmadan yapılan ibadete ve zikre işaret ediyor:

Leb zikirde amma ki gönül fikr-i cihanda

Kaldı arada sübhâ-yı mercan mütereddit

İbadetlerin aşağıdan yukarıya ferdî, toplumsal ve ilahi tarafları da böyledir. Fakat bu vesile ile kurban ve hac ibadetleriyle de alakalı olan bir hususa işaret etmek isterim: Son bir iki asırdır İslam dünyasının, Müslümanların daha fazla dayanışmaya, yardımlaşmaya, safları sıklaştırmaya muhtaç, ezik ve yoksul bir vaziyette olmaları… Bu da dinî hayatın ve ibadetlerin de öncelikli olarak “sosyal fayda” üzerinden yorumlanmalarını artırdı, mübalağalı hâle getirdi. Bunun sebeplerini anlamak ve bir ölçüde hak vermekle yeni öncelik tespitlerinin doğru olup olmadıklarını birbirinden ayırmak lazım diye düşünüyorum.

Mesela kurban ibadeti, esasta insanın kendini, hadi kendi nefsini diyelim, kurban etmesidir. Onun için “kan akıtmaktır” ifadesi fıkıh kitaplarımızdaki tariflerde yer alır. Aslı esası budur ve bakın burada “sosyal fayda” yoktur. O sonra gelir.

Ayet-i kerimede geçen “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır…” (Hac, 22/37.) beyanını da böyle mi anlamak lazım?

Muhtemelen burada da birden fazla mana ve işaret var, şimdilik sınırlandırma yapmayalım. Ama herhâlde mana ve işaretlerden biri de budur. Malum takvanın da farklı anlamları ve kademeleri var.

Şunu tekrar vurgulayalım: Konjonktürel olan durumlar ve ikinci, üçüncü derecede sebep ve hikmetler bulmak hariç, ibadeti öncelikli olarak sosyal fayda üzerinden anlamak ve açıklamak ibadetin ruhuna aykırıdır. Bir de vaizlerin, hatiplerin diline kadar inmiş, ilahiyat hocalarının da kullandığı “İslam, sosyal bir dindir.” cümlesi var. Kastettiklerinin farklı bir şey olduğunu biliyoruz ama yine de bu cümlenin gerçek anlamıyla seküler bir cümle olduğuna işaret etmek gerek. Meslekten olanların ve eğitimli dindarların bu ayrımlara dikkat etmesi lazım, diye düşünüyorum.

Kurban demek, biraz da kutlu bir iklimin seyri, kutsal toprakların özlemi, hac yolculuğu demek… Her biri ayrı hikmetli remiz ve sembollerle dolu olan haccın bize vermek istediği asıl mana nedir?

Bütün ibadetlerin ortak tarafı herhâlde Yüce Allah’a doğru bir hareket oluşları. Fakat her biri ayrı bir yol ve yordam üzerinden Cenab-ı Hakk’a doğru uzanıyor. “Allah’a ulaşan yollar insanların, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.” diyenler, herhâlde bunu da kastediyorlardır. Hac ibadeti de böyle. Bir tarafıyla kıyamet sahnesi, mahşer… İnsan kalabalıklar içinde tek başına bir insanlık tecrübesini yeniden yaşıyor. Kâbe üzerinden, tavaf üzerinden Hz. İbrahim’e, Hz. Âdem’e ulaşmaya çalışıyor. Üzerinde kefeninden başka bir şey yok; yalın ayak, baş açık… Şah ile geda, zengin ile fakir eşitlenmiş. Zaten daire ve dairesel hareket de bir bakıma eşitliğe işaret eder. 

Yalnız hac, eski tabirle “cemiyetli” bir ibadet, birçok unsuru içinde barındırıyor; Arafat’ta vakfe tavaftan, sa’yden başka bir şey, şeytan taşlama daha başka bir tecrübe… Bir de gerçek sefer tarafı var. O bakımdan büyük bir ibadet. Hakkını vererek yapabilene aşk olsun. Bu cümleyi dua cümlesine de çevirelim: Allah hakkıyla eda etmeyi nasip etsin. (Amin.)

Hocam, İslam ümmetinin hâli pürmelali malumunuz… İslam’ın tevhit ruhuna, birleştirici ve bütünleştirici mayasına en fazla ihtiyaç duyduğumuz zamanlardan geçiyoruz. Bir yanda peygamber emaneti diyebileceğimiz yetimler, öksüzler, kimsesizler, mazlumlar… Diğer yanda çağın bireysellik, yalnızlık ve bencillik belaları… Yitirdiklerimiz, hakiki bayramlarımızdır, diyebilir miyiz?

Bayramdaki kayıplar, önce itikadi ve fikrî, sonra da fiilî kayıpların tezahürlerinden sadece bir alanla ilgili olanı. Şu anda ve bu bayramda yapacaklarımız elbette çok önemli; bir susuza bir yudum su takdim etmek, bir yetimin başını okşamak, bir yoksula bir bayram hediyesi vermek, hatta ümitsiz kalmış birine bir güler yüz göstermek, hiç şüphesiz ki küçümsenecek bir iş değil. Fakat İslam dünyasının, Müslümanların, insanlığın bu olumsuzluklara da sebebiyet veren çok köklü ve derin problemleri var. Bunların bir kısmı anlayış ve kavrayışla alakalı, bir kısmı yaşama tarzlarıyla, gelecek tasavvurlarıyla alakalı. Onun için köklü ve uzun vadeli çözüm, daha işin başında itikadi ve fikrî bir sarahate, bir vuzuha kavuşmadan olmaz. İbadetler ve ahlak konusunda da öyle. İlim ve irfan sahiplerinin bu sahalarda yapacakları çok iş var. Onların “ibadet”lerinin bir kısmı da bu sahalara yoğunlaşmalı.

Bilmek, anlamak, kavramak, inanmak, yaşamak tahmin ettiğimizden daha fazla birbiriyle irtibatlı. Sufiler ve mistikler yaşamaktan, iç tecrübeden geriye doğru gidiyorlar ama bilmekten başlayarak yaşamaya ve yakinî imana da varılabilir.

Bayramlar mümin gönüllerde ibadettir, sadakattir, takvadır, vefadır, merhamet ve paylaşımdır. Gençlerimize bayramların eğlenceden ibaret olmadığını hatırlatmak için neler düşünülebilir?

Bahsettiğiniz, gençlerle alakalı ve onlarla sınırlı bir problem kesinlikle değil. Kapitalist ahlakın çerçevesini çizdiği hayatın akışıyla ve elbette dindar insanların akmakta olan hayata dair anlayış ve kavrayışlarının seviyesiyle alakalı.

Nurettin Topçu hocanın gündeme taşıdığı, İsyan Ahlakı’nı anlamaya çalışarak belki yola koyulabiliriz. Ahlak meselesi çok önemli. Dindar insanlar için de… Ahlakın en önemli yönlerinden biri de anlayış ve kavrayışta, yaşama üslubunda hangi seviyeye razı olacağınızla alakalı.

Ben, ahlakta ehven-i şer çerçevesi işlemez, diyorum.

Prof. Dr. İsmail KARA
Prof. Dr. İsmail KARA

Yazar hakkında bilgi bulunmamaktadır.

Yazarın Diğer Yazıları