02 Temmuz 2025, Çarşamba

MÜSLÜMANLARIN ORTAK DİLİ: HAC

Dil, anlaşmamızı sağlayan Allah vergisi bir yeteneğimiz. Hz. Âdem’e eşyanın isimlerini öğreten Yüce Allah ona bu isimlerle kavram üretme ve duygularını ya da isteklerini dile dökme imkânını verdiği andan itibaren o da konuşmaya başladı (Bakara, 2/31). Havva annemizle çocukları da ondan öğrendikleri dil ile anlaştılar. Sonra Rabbimiz, bir kısmını bildiğimiz ama bir kısmına muttali olamadığımız birçok hikmete bağlı olarak renklerimizi, ırklarımızı farklılaştırdığı (Hucurat, 49/13.) gibi konuştuğumuz dilleri de çoğalttı (Rum, 30/22). Böyle olunca diller farklılaştı. Her ne kadar birbiriyle aynı kökten gelen akraba dil toplulukları olsa da aynı topluluk içindeki farklı dilleri konuşanlar bile anlaşılabilmek için artık tercümanlara ihtiyaç duyar hale geldi. Fakat anlaşabilmenin başka yolları, sese ve harfe bağlı olmayan dilleri de vardı. Bunlardan birisi iman dili, diğeri ise bundan beslenen gönül dili idi.

İmanı olan kişi bilir ki, müminler kardeştir; kardeşin kardeşi anlaması için ise ses ve söz ille de gerekli değildir. Kardeşin bir bakışı, bir dokunuşu hatta bakmayıp dokunmaması çok şey anlatır. İmanı olan kişi peygamberinden öğrenmiştir ki, kardeşinin yüzüne gülümseyerek bakmak ve yükünü sırtlanmak sadakadır (Buhari, “Sulh”, 11; Tirmizi, “Birr”, 36.); sadakati göstermek ise ille de sese-söze bağlı değildir. İmanı olan kişi yine peygamberinden öğrenmiştir ki, Müslüman kardeşinin bir ayıbını örterse yarın kıyamet gününde onun da bir ayıbını, o günün yegâne mâliki olan Allah Teâlâ örtecektir (Müslim, “Birr”, 72.); öyleyse sese-söze gerek kalmadan da erdemli bir davranış sergilenebilir. İmandan beslenen gönül dili de böyledir. Sese-söze ihtiyaç duyulmadan kalpleri birbirine bağlar, aynı hedefe yöneltir, aynı acıyı tattırır ya da aynı sevince ortak eder. Hatta gönül, ilim ve hikmet ile terbiye edilip zenginleşmiş bir gönül ise bazen müftü de olur. Onun içindir ki Sevgili Peygamberimiz “Müftüler sana fetva verse bile sen bir de gönlüne/kalbine danış” buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 227-228; Darimi, “Büyu‘”, 2).

İnsanlar önce ana dilleri, sonra öğrendikleri diğer diller ile anlaştıkları gibi işte bu iman ve gönül dili ile de konuşmadan anlaşır, hatta halleşir ve dertleşir. Öyle ki, büyüklerimizin “Kaç dil bildiğin değildir önemli olan. Gönül dili bilmektir insanı değerli kılan” sözüne göre bu dil, saf ve katışıksız bir kaynaktan çıktığı için çok daha kıymetlidir. Dünyanın dört bir yanından hac ibadeti için Mekke’ye koşup gelen Müslümanlar da işte bu iman ve gönül dili ile anlaşıyor, dertleşiyor, seviniyor ve üzülüyorlar. Onlarca farklı ırka ve dile mensup olarak Haremeyn’e gelenler bakımından hac, adeta ortak bir dil oluyor. Sadece haccın sembolik anlamlarında değil, aynı zamanda göz göze geldiklerinde, yan yana durduklarında da bir duyguda ve manada buluşuyorlar.

Müslüman, Allah’ın kulları için bir diriliş/kıyam merkezi olarak belirlediği Kâbe-i Muazzama’da, o mukaddes evde (Maide, 5/97.) adeta gurbetten eve dönmüş olan aile bireylerine kavuşmuş gibi olur. Çünkü evin sahibi olan Yüce Yaratıcı, orayı kulları için güven içinde bir toplanma ve buluşma yeri kılmıştı (Bakara, 2/125). Nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın sonuçta döneceği yerin Allah’ın huzuru olduğunu bilen bir bilinç, orada eve dönen diğer kardeşleriyle birlikte ahdini hatırlar, imanını tazeler, sadakatini kuşanır ve yalnız olmayıp büyük bir ailenin üyesi olduğunu anlar.

Kâbe’nin etrafında tavafa başladığında, sanki yıldızlar kümesi olan kardeşleri arasında kendisi de manen parlayan bir yıldız gibi aynı yörüngede akar gider. Sağında siyahi, solunda kızıl, önünde sarı, arkasında beyaz kardeşleriyle birlikte tam bir teslimiyetle ilahi takdire boyun eğmenin sembolik ifadesini ortaya koyar. Arafat’ta yine onlarla birlikte mahşeri yaşamanın, ölümden sonra tekrar dirilip “din gününün” sahibinin önünde hizaya girmenin provasını yapar. Safa ile Merve arasında nispeten hızlı adımlarla gidip gelirken çaresizlerin imdadına koşması gerektiğini hatırlar. O, işte bütün bunları, dünyanın dört bir yanından ve uzak yollardan gelen diğer Müslümanların arasında belki de tek kelime sarf etmeden yapar. 

Hac bunların yanında bir de göz göze, gönül gönüle ve imkân ölçüsünde kelimelerle iletişime geçip sevinç ve hüzünlerin paylaşılmasına vesile olur. Türkiyeli bir Müslüman, bir Suriyeli kardeşi ile yan yana saf tuttuğunda yıllardır süren zulüm ve baskıdan kurtulmuş bu kardeşinin gönlündeki sevince ortak olur. Bir Afrikalı kardeşi ile tavafta yan yana yürürken onların, sömürgecileri ülkelerinden kovma cesaretini kazanıp gün geçtikçe daha özgür olduklarını hatırlayınca başka bir duygu seline kapılır. Bir yandan da keşke Sudan ve Libya’daki iç savaş, Cezayir ile Fas arasındaki sınır ihtilafları, Nijerya ve Somali başta olmak üzere muhtelif ülkelerdeki terör faaliyetleri ve istikrarsızlıklar sona erse diye dua eder. Endonezya ve Malezyalı kardeşlerinin başarısından iftihar eder ama Hindistan’da yaşayan kardeşlerinin yıllardır maruz kaldığı baskıları derinden hisseder. Avrupalı ve Amerikalı Müslümanları görünce İslam’ın Batı’da kök salmakta olduğunu somut olarak anlar ama o topraklardaki İslamofobik yaklaşım ve saldırılar da gözünün önüne gelir. Türk cumhuriyetlerinin ortak iş birliği ve dayanışma çabalarını memnuniyetle karşılar ama Doğu Türkistan’a ağlar. Filistinli ve hele Gazzeli kardeşlerini gördüğünde ise başını öne eğer; duadan başka bir şey yapamamanın ezikliği ile kalbi bir başka çarpar, boğazı düğümlenir ve gözleri yaşarır. Bütün bunlar sevinciyle-hüznüyle onu bir başka boyuta taşır ama neticede bu büyük ümmetin bir parçası olduğunu da hatırlatır. Bunların tümü haccın Müslümanlar arasında söze ve kelimeye hacet bırakmayan ortak diliyle gündem bulur.

Hacda karşılaşılan bazı manzaralar, yine sessiz bir biçimde ama herkesin anlayacağı bu ortak dil sayesinde kişinin kendi Müslümanlığını sorgulamasına da vesile olur. Kim bilir nerelerden ve hangi zorluklarla bu kutlu beldeye hac ibadetini eda için gelebilmiş olan bazı kardeşlerinin sergilediği kulluk bilinci ve mahviyetkâr tavrı “Acaba bunlara kıyasla ben ne kadar yüksek bir şuura ve katıksız bir duyguya sahibim?” sorusunu sordurur. Tıpkı şu iki manzaranın bu satırların yazarını derinden etkilediği gibi:

Aziziye’deki otelime giderken gördüm onları. İhram elbiseleriyle yolun kenarında bir duvar dibine uzanmış bir deri bir kemik iki simsiyah Afrikalı. Beyaz ihram kıyafetleri toz toprak içinde ama derilerinin siyahlığı onları bembeyaz parlatıyor. Yaklaşıyor ve selam veriyorum. Yaşlıca olanı cılız ve yorgun bir sesle mukabele ediyor. Dişleri dökülmüş, dili damağına yapışmış ve belli ki aç ve yorgun. Arapça ve İngilizce gibi ortak bir dilde anlaşamadık ama Ganalı olduklarını öğrenebildim. Kim bilir, Kâbe ile müşerref olup hac ibadetini eda edebilmek için kaç aydır yoldalar ve ne yokluklar çektiler? Hemen kendilerine yemek, su ve meyve getiriyorum. Titreyen elleri yemeğe uzanırken ben de utançla ve mahcubiyetle kendi kendime soruyorum: Onlar mı hacı, ben mi hacıyım?

Tavaf sırasında gözüme iliştiği ilk anda garipsemiştim. Kısa kollu sayılabilecek gömleğiyle başındaki örtüsü de kaymış iri bir siyahi hanım önümde tavaf ediyor. Kısa kollu gömlek, kaymış başörtüsü ve tavaf! Tavafta setr-i avret ihlalinin ne ceza gerektirdiğini düşünürken sırtına sardığı bebeğini fark ettim; sonra kucağında taşıdığı ikinci bir çocuğunu ve sağ eliyle tuttuğu 5-6 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim üçüncüsünü. Yapayalnızdı ve ikisini bedeninde taşıdığı, birini elinden tuttuğu üç küçük evladıyla tavaf ediyordu. Bir taraftan da sırtında ağlamakta olanı susturmak amacıyla olsa gerek beşik gibi sallanıyordu. Onu bu yoksunluk ve yalnızlığa rağmen buraya getiren imanı düşününce setr-i avret ihlalini hepten unutuyor ve gözlerim yaşararak kendimi sorgulamaya başlıyorum. 

“Hac, sadece bir ibadet değil aynı zamanda ümmet olma şuurunun kazanıldığı bir okuldur” diyen hocalarımız ne kadar haklıymış! Ve hac, gerçekten de Müslümanların kelimelere gerek bırakmayan ortak diliymiş!

 

 

 

Prof. Dr. Ahmet YAMAN
Prof. Dr. Ahmet YAMAN

Yazar hakkında bilgi bulunmamaktadır.

Yazarın Diğer Yazıları