İnsanın anlam arayışının kendi varlığını
anlamlandırması ile başladığını ve âlemi de ancak böyle okuyabileceğini
söylüyorsunuz. Bugün modern çağın insanı bu anlam arayışında ne kadar yol
katetti? Bizlere bir çerçeve çizebilir misiniz?
Kâinat ve özelde
insanın yaratılışı, insanın iradesiyle olmadığı hâlde insanın yeryüzü serüveni
başladı ve devam etmektedir. Serüveni anlamlandırmak her aklı başındaki insanın
hayatının hedefidir. Bu arayışta insanı mutlu kılacak ve var olan her
yeteneğini anlamlandıracak sistem veya inançların tekliflerini bulmaya çalışmak
insanın kendi hayrı için zorunlu görünmektedir.
İslam anlayışına göre
kâinat yaratıldığında insan henüz yoktu. İnsanın yaratılmasıyla kâinat mana ve değer kazanmaya
başladı. Çünkü âlemde her şey insan için var kılınmıştı. Bu sebeple insandan
bahsetmek, aynı zamanda kâinattan, insanın kendisiyle ve diğer varlıklarla olan
ilişkisinden bahsetmek demektir. Bilinmektedir ki kâinat, insanın sınanması
için yaratılmıştır. Yeryüzünde hayat başlatılırken, melek-insan, Âdem-İblis
konum sahnesine çağırılarak insanın önemi, üstünlüğü ve zaafları vurgulanmıştı.
Dün olduğu gibi bugün
de bu arayışlar devam etmektedir. Kanaatimizce insanı bütünsel olarak
anlamlandıran İslam’ın hayat teklifleridir. Ancak başka dinler, ideolojiler ve
dünya görüşleri de bu anlamlandırmaya kendi inanç ve anlayışları bağlamında
devam etmektedirler. Bununla beraber bu anlamlandırmalar eşliğinde insanın
kâinatı kendi yetenekleri bağlamında ne kadar tanımlayıp anlamlı kıldığı sorusu
sorulmalıdır.
Görülmektedir ki
dünyada tek taraflılığın sonucu olarak dengesizlikler hüküm sürdürmektedir. Bu da
egemen olan ideoloji, din ve dünya görüşlerinin varlığı, özelde insanı tam ve
dengeli anlamlandırmadıkları manasına gelmektedir. Hakkın, hukukun ve neticede
adaletin kaynağı her varlığa hak ettiği kadar hakkını vermektir. Tek taraflılık
adaletin egemenliğini, fırsat eşitsizliği ise insanların arzu ve isteklerine
cevap vermediğinden ya da yalnızca bir kesime bu hakkı tanıdığından dolayı
yeryüzü çatışmaların ve bitmez tükenmez arzuların hedefi hâline gelmiştir.
Özellikle materyalizm insanı anlamlı kılamadığı gibi onu tatmin de
edememektedir.
Bugün bu hakları
Müslümanlar olarak kendi lehimize hiç görememekteyiz. O zaman Müslümanların
dünyada hak ve hukukun egemenliği için daha fazla çalışmaları zaruret hâline
gelmiştir. Tekil manada tabii ki dünyada iyilikler var, ancak tümel manada
baktığımızda bir taraf -her anlamda- her şeye sahipken diğer taraf zaruri
ihtiyaçlarını giderecek imkâna bile sahip değildir. O zaman kim egemense onun
dünya görüşü, ideolojisi ve ne yazık ki dini dünyaya mutluluk bahşedemiyor. Bu
meselelerde her şeyi konuşmaktan ziyade genel görünümü değerlendirmek birçok
şeyi anlamamız için yeterlidir. Neticede modern dünya kendi bağlamında ve
kendisi için çok şeyler üretse de diğeri/öteki için bir pay alma imkânı
bırakmamaktadır.
Allah’ın bizlere
lütfettiği bayramların şefkat, merhamet ve yardımlaşma gibi değerlerin toplumda
daha görünür olduğu zamanlar olduğunu söyleyebiliriz. İnsanı insan yapan bu
erdemlerden hareketle insanın kimlik inşası ve toplum bilincinin oluşmasında
bayramların katkısı sizce nedir?
Allah Rahman’dır ve
Rahman, rahmeti var kıldı/yarattı. Biz insanların da bu rahmetten, yani
varlıktan bahusus da insan doğasından merhameti çıkarıp hem kendimizin hem de
bütün insanların hizmetine sunmamız zaruret hâline gelmiştir. Allah’ın bize
nimet olarak verdiklerini/varlığı şefkat, merhamet ve yardımlaşmaya
dönüştürecek olan elbette Allah’ın şerefli kullarının görevidir. Herkese ve her
şeye hakkını vermek, yeryüzünde adaletin egemenliği için lüzumludur. Böyle bir
durum hem bizlerin görevlerini yerine getirdiği hem de mazlumların kimlik ve
şahsiyetlerinin korunduğu anlamına gelmektedir. Esas olan Müslümanın kimseye
muhtaç olmadan gerek kendisinin gerekse mazlumların hayatına katkı vermesidir.
Yüce Allah, Kelam-ı Kadim’inde şerefli mazlumların şahsiyetlerini korumak için
istemekten çekindiklerini, şerefli müminlerin basiretlerinin ise onları
anlamaları gerektiğinden bahseder. Mihnet içinde verilen ve alınan merhamet,
şefkat ve yardımlaşma anlamlı değildir. Elhamdülillah, arızalarına rağmen
Müslümanlar dün olduğu gibi bugün de bu şereflerini korumaktadırlar. Sağ elin
verdiğini sol el hissetmemelidir ki hem verenin hem de alanın kimliği fesada
uğramasın. Bu sebeple merhamet, şefkat ve yardımlaşma asla tekebbüre, gösterişe
dönüşmemeli. Eğer dönüşüyorsa böyle bir iyilikten ne iyiliği yapan ne de ondan
faydalanan hayır görür.
Cenab-ı Hak, Peygamber
Efendimiz’in şahsında müminlerin aklında, gönlünde ve hayatlarında yaşama
pratiği inşa etmiştir. Bu örneklikte Arafat vakfesiyle taçlanan hac ve kurban
ibadetlerinden bizim hissemize düşen nedir?
Arafat bilerek bir
müminin duruş (vakfe) sergilemesidir. Orada Müslümanın bütün fazlalıklarından
hem zahirî hem de batınî olarak soyutlanıp/arınıp kendisini hesaba çekmesi ve
derin tefekkürüyle ölümü düşünüp Rabbine rucuu/dönüşü bu dünyada
gerçekleştirmesidir. Hz. Peygamber, imanıyla kendine yeten ve müminlere üsve-i
hasene (en güzel örnek) olacak bir hayat ortaya koyan büyük bir kimliğin,
kişiliğin adıdır. O; ceddi, Hz. Âdem ve Hz. İbrahim’in yolunu devamdaydı. Orada
tevhidi, teslimiyeti ve yeniden imar etmeyi kurbanla berdevam ettirdi. Biz
müminler de onun yolunda bu ibadeti hem Allah’a kurbiyet (kurban) kesbetmek hem
de Müslümanların ihtiyaçlarını gidermek için sürdürmeyi kendimize ibadet
bilmeliyiz. Ancak ibadet yalnızca Allah’a olduğundan sahip olduklarımızın en
güzelini, en güzel şekilde sunmamız ahlakiliğimizin gereğidir. Aksi hâlde dinî
samimiyet iddiamız pek bir işe yaramaz.
Anadolu’da İslam
medeniyetinin geçmişten günümüze yeşertildiği ve yaşatıldığı topraklarda doğup
büyümüşsünüz. Erzurum’un bayram gelenekleri ve kültüründen bize biraz
bahsedebilir misiz?
Elbette Erzurum,
tarihî varoluşunda İslam’la şereflenen ilk şehirlerimizden biridir. Orada
büyümek, kimlik ve kişiliğimiz üzerinde pek çok etki bırakmıştır. Ancak bizler,
küresel çağın insanları olarak fazlaca bize özgü olanları koruyabilmiş değiliz.
Hepimiz görsel ve yazın medya aracılığı ile tek tipleşmiş insanlarız. Bu durum
bayram kültürümüzü de etkilemiştir. Küreselleşmenin yanında apartman hayatı da
bizi bireyciliğe mahkûm etmiştir.
Erzurum’da bayram,
benim muhayyilemde düğün ile neredeyse aynı çağrışımları yapmaktadır.
Erzurum’da arife günü her evden “arafelik” almak/toplamak, çocukların coşkusunu
bir gün önceden bayram heyecanına ortak kılmaktır. Evin her tarafının
temizlenmesi olmazsa olmazıdır hanelerimizin. Çünkü “Temizlik imanın
yarısıdır.” Bayram günü sabah namazı, bayram namazı ve nihayetinde kurban
kesmek bir heyecan ve hoş bir koşturmanın adıdır. Kurban etinden en az yedi
komşuya vermek Erzurum’un farzlarından/gerekliliklerindendir. Sonra bayram ve
mezar ziyaretleri hem ölümü hatırlamak hem dostlarla dostluğu pekiştirmek
içindir. Erzurum’da bir komşuya bayram ziyaretine gitmişseniz o komşu da aynı
bayram sürecinde sizi ziyaret etmezse çok ayıp olur. Bugün bunların ne kadarı
güncelliğini koruyor, birazcık meçhul!
Bayramın nasıl olması
gerektiğini iyi anlatan Erzurumlu ariflerimizden Alvarlı Efe’nin bazı
mısralarıyla cevap vermek bana (Erzurum aksanıyla) “hooşş celer”.
Can bula cananını,
Bayram o bayram ola
Kul bula sultanını,
Bayram o bayram ola
Hüzn-ü keder def
ola
Dilde hicâb ref ola
Cümle günah aff ola
Bayram o bayram ola.
Mevlâ bizi af ede
Gör ne güzel ‘ıyd ola
Cürm ü hatâlar gide
Bayram o bayram ola.
El tuta kitâbını
Dil tuta hitâbını
Cân tuta şitâbını
Bayram o bayram ola
Mevla’yı cândan
seven
Rızâ-yı Hakk’a eren
Lutf-i Hudâ’ya güven
Bayram o bayram ola.
Tevhîd ede zevk
ile
Hakk’ı seve şevk ile
Tasdîk inerse dile
Bayram o bayram ola
Lutfî’ye lutf u
kerem
Dâhil-i bâb-ı harem
Daima Allah direm
Bayram o bayram ola
Ömründe pek çok bayram
yaşamış çok değerli bir ilim insanı olarak yaşadığınız nice bayram hatıraları
vardır zihninizde. Bunlar içerisinde sizi etkileyen bir hatıranızı dinlemek
isteriz.
Elbette. Çocukluğumun
bayramlarından kalan bir hatıramı, şimdilerde pek şahit olmadığımız bir
duyarlılığı zikredeyim. Biz çocukken kurbanlıklar bir gelin gibi hazırlanır,
yani süslenirdi. Renkli kurdeleler boyunlarına bağlanır, üzerlerine kınayla
şekiller çizilir, sözler yazılırdı. Bunların en önemlisi, kurban edilecek
kurban, tam kurban edileceği yere getirilirken gözleri yumuşak bir tülbentle
bağlanır, kendinden önce ve sonra kurban edilecek hayvanı görüp üzülmesin, yine
bıçağı görüp korkuya kapılmasın diye. Bunlar yapıldıktan sonra kurban sahibi
iki rekât namaz kılar ve bir de kurbanının kulağına sessizce “Seninle ötelerde
buluşacağız. Allah yolunu açık etsin.” gibi bir şeyler söylerdi. Bugün de bu
hassasiyeti gösterenler elbette vardır. Ama her müminin bu hassasiyette olması
önemli. Çünkü bizim akaidimize göre her var olanın hissedişi, şuuru vardır. O
zaman her varlığa nazik davranmak zorundayız onu kurban etsek bile!
Selam, huzur ve
bereket diliyorum cümle Müslümanlara, bayramımız mübarek, ömrümüz bereketli
olsun.