728 x 90

ÇADIR TİYATROSUNDA BİR BAYRAM SABAHI

img
Kulis, gösteri başlamadan kalabalık olurdu ama oyuncular sahneye çıkınca kuklalarla ve beni sırtından atan koçla bir anda baş başa kalıvermiştim.

Gelenekli Türk tiyatrosunun ruhu kumpanyadır ve kumpanyanın ruhu da çadır tiyatrolarında saklıdır. Sahneye sevdalı oyuncular, alın teriyle ıslanan repliklerini kumpanyanın çadır tentelerine nakış gibi işleyen sanat emekçileridir. Çadır tiyatrolarının dışına taşan bir tanınırlıkları yani şöhret albenileri olmadığı için gittikleri şehirlerde emeklerinin karşılığı olan hayran kitleleri hiç olmazdı. Arife öncesi panayır meydanlarına kurulan temaşa çadırlarında müzisyenler, sihirbazlar ve her şeyden önce sahne komiği İbiş Amca prova yapmaya başladıklarında çadır dışında onları dinleyen çocukların kahkahaları panayırın çok bereketli geçeceğinin bir şekilde habercisi olurdu. Bayram yaklaştıkça panayır meydanına kurulan tezgâhlar o yörenin sosyete pazarı gibiydi ve çevre köylerden gelenler, ilk kez gördükleri giysileri alabilmek için büyük bir yarış içine girerlerdi. Arife günü annem kıyafet almak için beni o tezgâhlardan birine götürmüştü ve hayatımın belki de ilk büyük utancını kıyafet değiştirirken orada yaşamıştım. Çocukluk işte; üstümdeki kıyafeti çıkarıp bir başkasını giyinirken etrafıma bakındım, diğer tezgâhlarda da benim gibi aynı çileyi çekenler vardı ve gözyaşı döken bile vardı.

1970’li yıllarda, birkaç şehir hariç yerleşik tiyatro salonu bulmak hiç de kolay değildi. O sebeple, tiyatro yapabilme konusunda ailem sadece yaz aylarında rahat ederdi. Sebebi ise gittikleri her şehirde bir panayır meydanı ve çadır tiyatrosu muhakkak olurdu. Eğer çadır tiyatrosu bulamazlarsa çay bahçesi veya mekânı geniş kahvehanelerin bahçesine sahne kurmaya çalışırlardı. Yakın köylerden kiraladıkları traktör römorklarının kasasından seyyar sahne yaparlardı. Lakin açık havada seyirciden istedikleri geliri elde etmeleri çok zor olurdu. Çünkü gelenler, çay mecburi olduğu için sandalyelere oturmaz ve sahne etrafında yerlere oturup oyunu izlerlerdi. Çadır tiyatrolarının en sevdiğim yanı, etrafının kapalı olması ve insanların oyunları seyretmek için içeri girmek zorunda kalmasıydı. Seyirciyi kumpanya çadırına çekebilmek içinse çadırın önüne portatif küçük bir sahne kurulurdu ve hokkabazlar o yüksekliğe çıkıp insanları eğlendirir, sonra da devamı içeride diyerek çadır önünde toplanan kalabalığı bir şekilde içeri alıverirlerdi.

Kurban Bayramlarında panayır alanlarının yakınında bir hayvan pazarı da muhakkak kurulurdu. Çadır tiyatroları o sebeple, Kurban Bayramı’nda çok daha fazla gün sahne alır ve çok daha fazla gelir elde ederdi. Küçük şehirlerde çadır tiyatrosunun reklamını yapmak sahnenin emektarı İbiş Amca’nın göreviydi. Nasrettin Hoca gibi bir eşeğe ters biner ve elindeki kocaman hunisiyle şehir sokaklarında gezer, kumpanyanın reklamını yapardı: “Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Bu akşam, komik-i şehir İbiş Amca’nın başrolünü oynadığı ‘İki Kayıp Kardeş’ oyunu panayır alanına kurulan çadır tiyatrosunda sizleri bekliyor; yetişen seyrediyor, yetişemeyen seyredemiyor…” Ve ben dâhil şehrin tüm çocukları, eşeğin arkasında kalabalık bir hâlde kahkahalar atarak yürürdük. Bu duyurular işe yaramaz ise bir at arabası kiralanır ve tiyatromuzun büyüğü Kaptan Amca arabanın kasasına sırtüstü yatar, elindeki kuklaları dışarıdan gözükecek şekilde oynatır, ilgi çekerdi. İbiş Amca, at arabasının kasasına elleriyle çizdiği afişleri asar, kuklalar arabada oynarken o elindeki huniyle arabanın arkasından şehre duyurular yapardı. İşte böyle bir şehir gezisinde hayvan pazarının önünden geçerken İbiş Amca arabayı durdurmuş ve elindeki kocaman hunisini kurban satan adamın kulağına doğrultup onunla pazarlık yapmış ve kocaman bir koç satın almış, at arabasının arkasına bağlamıştı. Sonra, gel bakalım sarı oğlan diyerek beni koçun üstüne oturtuvermişti. Ayaklarım yerden kesilince koçun boynuzuna tutunmuştum ama koç kahkahalar arasında beni üstünden fırlatıvermişti.

Ailem de tiyatro sanatıyla meşgul olduğu için kumpanyalarda genellikle çocuk olarak bir ben olurdum. Gösteri esnasında panayırın çevresinde tek başıma dolaşmama izin vermeyen anne babam beni zorunlu olarak kulise hapsederlerdi. Kulis, gösteri başlamadan kalabalık olurdu ama oyuncular sahneye çıkınca kuklalarla ve beni sırtından atan koçla bir anda baş başa kalıvermiştim. Koçun ters bakışları beni korkuttuğu için kuliste asılı olan kuklalarla konuşarak yalnız olmadığımı koça ispatlamaya çalışıyordum. Sinirli bakışlı koç sayesinde meslek hayatımın ilk kukla gösterisini de yine kendisine sunuyordum. Me sesini çıkarmasıyla gösterimi beğendiğini düşünerek çok daha fazla kukla oynatıyordum. Sahnede gösterinin bittiğini ve kulise dönen oyuncuların benim gösterimi izlediklerini beni alkışlayınca anlamıştım, o an utancımdan elimdeki tüm kuklaları bırakıvermiştim.

İbiş Amca, boynuzlarından tutup dışarı çıkardığında o koçun artık geri gelmeyeceğini bir şekilde anlamıştım. Anneme onu nereye götürdüklerini sorduğumda yarının Kurban Bayramı olduğunu ve o koçun görevini yerine getirmesi gerektiğini söylemişti. Çok iyi hatırlıyorum, bayramı biliyorum ama kurban nedir diye sorduğumda bana bir küçük hikâye anlatmıştı annem. Hikâyenin sonunda; etin bizim en sevdiğimiz ve bize çok faydalı yemeklerden biri olduğunu, Allah’ı çok seven, O’nun bütün emirlerini yerine getiren bir peygamberin (Hz. İbrahim) var olduğunu, Allah’ın da onu ödüllendirmek için Kurban Bayramı’nı hediye ettiğini, bizlerin de onun sayesinde Kurban Bayramı’nı kutladığımızı anlamıştım. Yine annem kurban sayesinde, ihtiyacı olan insanlara o eti dağıttığımızı söyleyince ben, eşeğin sahibi ihtiyar Rıfat Amca’ya da verelim dediğimi hatırlıyorum. Rıfat Amca gibi insanları mutlu edip onlara yardımcı olduğumuzda Allah’ın da hoşnut olduğunu söyleyince çok mutlu olmuştum. İkramın değerini bilen ve bayramın manasını kavramış tüm dostlarımın bu sevinçli günde, üzüntü ve kederleri bir yana bırakıp mutlu olmalarını ve bu bayramı doya doya yaşamalarını diliyorum.

Hay Hak…

Makaleler

Yazarlar