728 x 90

Söyleşi: Prof. Dr. Ethem CEBECİOĞLU

img
“Ölüm karanlıklarından dünya aydınlığına geldik. Karanlıklardan nur çıktı geldi. Her şey zıddında gizli. Kurbanlık hayvanın ölümü aslında sana Allah’ın (c.c.) hediyesidir.”

Yüce Rabbimiz Kur’an’ı Kerim’de kurban hakkında “Onların ne etleri Allah’a nede kanları; O’na ulaşacak olan sadece sizin takvanızdır. İşte Allah onları sizin istifadenize verdi ki size doğru yolu göstermesinden ötürü O’nu tâzimle anasınız. İyilik yolunu tutanları müjdele.” (Hac, 22/37.) buyurmaktadır. Kıymetli Hocam, bu ayet ışığında kurban ibadetini nasıl değerlendirmemiz gerekir?

Kurbanı keserken Allah’la (c.c.) senin aranda bir samimiyet var, işte o samimiyet Allah’a (c.c.) ulaşır. Biz buna takva ve ihlas diyoruz. Kurban, gözünün içine bakıyor. Öl de, öleyim ben, diyor. Allah (c.c.) gel bana, geleyim sana diyor. Ama samimiyetle, edeple gel, saygıyla, takvayla, aşkla gel…

Efendim, takvanın, saygının, kemalâtın sonu yok. Peygamberlerdeki samimiyet ve teslimiyete bakın ki Hz. Zekeriyya’yı (a.s.) testereyle biçiyorlar. Hz. Yahya’nın (a.s.) boynunu kesiyorlar. Ama Allah’a teslim oluyor, sabrediyorlar, sesleri bile çıkmıyor. Hemen aklıma gelmişken söyleyeyim, Yasin suresinin ikinci sayfasında olduğu gibi Yahudiler üç peygamberi şehit etmiştir. Gazze’de Müslümanları öldürüyor diye Yahudilere kızıyoruz, onlar peygamberleri bile öldürdü. Tuhafınıza gitmesin. Bunlar, Yahudi psikolojisinin Kur’ani projeksiyonları… Bu katliam Yahudi inancına göre son derece normal. Hülasa, kurbandan maksat samimiyet ve takvadır. Samimiyet için maneviyat terbiyesi almak, gece kalkıp teheccüd namazında sevgiliyle yani Allah’la (c.c.) buluşmak ve O’nunla konuşmak, zikir çekmek, salih amele, ihlasa devam etmek gerek... Bunu yapmadıktan sonra kaliteli iman seviyesine ulaşamazsın.

Fedakârlık terazisinde tartılmamış bir muhabbet, kuru bir iddiadan ibarettir. Zira Allah’a duyulan gerçek sevginin kantarı fedakârlıktır. Bu manada bizlere Hz. İbrahim’in fedakârlığından ve teslimiyetinden bahsedebilir misiniz Hocam?

Fedakarlık terazisinde tartılmayan bir sevgi, nedir bu? Yani bir sevgi fedakârlık terazisinde tartılmadıysa o sevgi kuru bir sevgidir, kuru bir iddiadır. Sevgi, fedakârlıkla taçlandırılmazsa bomboş bir sevgidir. Üç kuruşluk fedakârlığın mı var, sevgin de üç kuruşluk demektir. Ne kadar fedakârsan sevgin de o kadar demektir. İşte Hz. İbrahim’in (a.s.) fedakârlığı! Hz. İbrahim’in (a.s.) teslimiyeti oğlunu Allah’a (c.c.) kurban ederken ortaya çıktı. Allah’a (c.c.) kimi kurban ediyorsun? Oğlunu kurban ediyorsun. Kurban meydanının en büyük kurbanı işte bu! Hz. İbrahim (a.s.) oğlunu kesmek istiyor. Fedakârlık, bu... Ama en büyük değil. En büyük fedakârlık kulun Allah (c.c.) için canını, kendini kurban olarak sunabilmesidir, şehitler gibi… Onu da nasıl yapıyor Hz. İbrahim (a.s.), ateşe atılıyor. Ve “Ya Rab! Sen yetersin bana!” diyor. Cayır cayır yanacak, kül olacak. Kaldırıyor elini samimi bir teslimiyetle, “hasbünallahu ve ni’mel vekîl” (Al-i İmran, 3/173.) bana sen yetersin, diyor. Sen ne güzel bir koruyucusun, diyor. Sensin diyor, benim demiyor. Kendini Allah’ta tüketip fani etmiş… Orası ateşli bir yerdi, yangın yeriydi ama güvenli bir yer hâline geliyor. İşte Hz. İbrahim’in (a.s.) fedakârlığı bu. O Hazreti İbrahim’in (a.s.) Allah’a (c.c.) teslimiyetiydi.

Demek ki sevginin ölçütü fedakârlıktır. Canını feda etmek yani… Ve o yüzden şehitler direkt cennete giderler. Şehadetle aşkın özüne ulaşırlar, can verirler. Sorgu yok sual yok. Hesap yok kitap yok. Sırat köprüsü yok. Ölüyorlar, gözlerini cennette açıyorlar. En büyük kurban bu. İşte bu eğitimi gerçekleştirdiği için şehit olma niyetiyle savaşan, cesaretle ölümü göze alan biz Müslümanlar savaşlarda hep galip geliyoruz.

Hac sembollerle dolu bir ibadet. Ama biz biliyoruz ki bu semboller arasında pek çok anlam var. Kıymetli Hocam, ihrama girmenin arka planında o büyük manaya ulaşmak isteyen bir Müslüman neyle karşılaşacak? Biraz ihramdan bahsedebilir misiniz?

İhramda sınırlamalar var biliyorsunuz, pek çok yasaklar var. İşte ihram ile bu sınırlarımızla yüzleşiyoruz. Mesela yaprak koparamıyorsun, hayvan öldüremiyorsun, saçının kılını koparamıyorsun. Yoksa ceza olarak fidye vereceksin. “Av hayvanı avlamayın, av hayvanlarını göstermeyin.” denir. Yani ince ayar yasaklar konulmuş ihramlıya. Yine ihramlıyken helal eşiniz size haram oluyor. Kavga, çekişme, karşılıklı yüksek tonda ağzı bozarak bağırma, çağırma, fısk ve küçüklü-büyüklü, basit veya karmaşık türden yasaklama ve sınırlama manzaralarıyla yüz yüze gelip çok ağır bir imtihandan geçiyorsunuz. Giydiğimiz beyaz ihramın arkasında bir incelik daha var. Saf ve masum bebeklerimizi beyaz kundağa sarıyoruz, yani ihram giydiriyoruz. Biz de beyaz renkli bir kundağa sarınıyoruz. Ölülerimizi de aynı şekilde beyaz bir kefene, kundağa sararız. Tıpkı bir bebek gibi. Ha ölü ha ihramlı ha bebek. Arada bir fark kalmıyor, hepsi saflıkta eşitlenmiş oluyor. Yani ölmüş bir insanın bedenini saran kefeni giymiş oluyoruz ihramda. Bembeyaz. Küçücük bebeğiz, yine bembeyaz.

Hac yaptınız, bitirdiniz. Peki, bunun sonucu olarak kişilik yapımız nasıl bir şekle bürünüyor? İşte Peygamberimiz (s.a.s.) bunun sonucunu söylüyor: “Kabul edilmiş bir hac ile kul, anasından doğduğu gündeki bebek gibi saf hale gelir.”(Buhari, Hac 4.) diyor. Yani kabul edilmiş bir Hac ile bir kimse annesinin kendisini dünyaya getirdiği gün gibi olur diyor hadis-i şerifte... Bebeklik ve saflık. O pozisyona biz ölmeden önce ölmek diyoruz. İhramın kefen oluşu veya kundak oluşu! Böcekleri şunu bunu öldüremiyorsunuz. Yasak. “Av hayvanı avlayamazsınız” diyor. Kimseye kötü söz söyleyemezsiniz. Küçük bir çocuk kimseyi kırar mı? Kıramaz. Kimseyle kavga edemez. Herhangi biriyle evlilik ilişkisinde bulunamaz. Ölü de öyle…

Demek ki ihram kefendir, kundaktır, hac ölmek ve doğmaktır. Haccın nihai amacı da işte bu fabrika ayarlarına dönüştür. İhram giymekse bunun sembolik ifadesidir.

Hacda ihramdayken Rahman isminin hatırlanması çok önemlidir. Hacda kurban var, Arafat Dağı’nda Allah’la (c.c.) muarefe, tanışmak var, şeytan taşlamak ve Kabe’deki tavaf dairesinde sonsuzluğu yakalamak var. Safa var, Merve var, vs. var var. İşte tüm bunların nihayetinde bebek gibi olur diyor, Peygamberimiz (s.a.s.).

Şefkat, Rahim olan Allah’ın (c.c.) sırrını taşıyan tüm canlıların özünde bulunan bir duygudur. Kurban Bayramı ve şefkat kelimelerini yan yana yazdığımızda aklınıza ilk neler gelir?

Şimdiye kadar anlattıklarımda sürekli ölümdeki diriliğe işaret ettim. Ünlü Alman yazar ve düşünür Goethe’nin, Doğu Batı Divanı adlı eserinde bir başlık var. “Stirb und werde.” yani “öl ki olasın!”. Ölüm ve hayat bütünlüğü içinde biz müminler kurban kesiyoruz ve bir hayvan ölüyor. Ölümdür bu: stirb. Werde ise, benim Allah’a (c.c.) olan sevgim. Allah’a (c.c.) olan imanım ve bendeki merhamet duygusu. Kurban ikisini birleştiriyor. Bu yüzden, hayatlar ölümlerle terbiye edilmeli, ölüm duygumuz da hayatla terbiye edilmeli. Ölüm duygusuna kapılıp dünya ile alakamızı sıfıra indirgemek yok. Sosyal hayat emrediliyor. Git insanlara hizmet et, dünyayı/dünyanı imar et, ma’mûr hâle getir diye emrediliyor. Baba Semmasi Hazretleri tekkeden çık bu şehirdeki bütün köpeklere hizmet et, diyor Şahı Nakşibend Hazretlerine, o da; “Yedi sene Buhara’nın köpeklerine hizmet ettim.” diyor. “Yaralarını sardım. Uyuz hastalıklarında üzerlerine ilaç sürdüm. Açlarını doyurdum. Susuzlarını suladım. Yardım ettim, hizmet ettim. Veterinerlik yaptım.” diyor. Tekkede oturmak yok. Sosyal çileni yani ölümünü yaşaman gerek… Hayatın kaynağı işte bu çilelermiş/ölümmüş. Onun için “Allah, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır.” (Rum, 30/19.) buyruluyor. Hayat ölümden çıkmıştır. O kestiğin ölen hayvandan sana bir hayat bağışlanacak. Sana bir dirilik, bereket gelecek.

Ölüm karanlıklarından dünya aydınlığına geldik. Karanlıklardan nur çıktı geldi. Her şey zıddında gizli. Kurbanlık hayvanın ölümü aslında sana Allah’ın (c.c.) hediyesidir. Sen öleceksin ey kulum, sen ölmeden önce ölümün anatomisi, kimyası üzerinde biraz tefekkür et, diyor Allah (c.c.). Yani hayvan kesiliyor, aslında o hayvan değil, ben ölüyorum orada. Demek ben de böyle ölecekmişim, benim canım da böyle çıkacakmış diye kendi ölümünün üzerinde tefekküre başlıyor.

Yunus Emre’nin dediği gibi ölen hayvan imiş. Hangi hayvan? Hani kurban olarak kestin ya esas ölen onlardı, onlar öldü, canlar ölmez. diyor, Yunus. Bu bilince yükselmek çok mühim. Şefkat, merhametle kurban kesip bir cana son vermenin birleştiği yer tamı tamına işte burasıdır. Bu yüzden keseceğimiz kurbanlıklarımıza şefkat muamelesi yapmamız gerekir, o, biziz. Ölümün sırrı hayatta gizli, hayatın sırrı ölümde gizli.

Hocam sizi biraz geçmişe götürsek, çocukluğunuzdaki bayramları sorsak neler anlatırsınız bize? Aklınızdan gitmeyen bir hatıranız var mı?

Çocukluğumuzda babam kurban alırdı. Beş erkek kardeştik.

Beş kardeş kurbanın etrafında toplanırdık. Nasıl kesiliyor? Psikolojik olarak çocuklara alıştırmak lazım. Tam keserken göstermezsiniz ama kesildikten sonraki hâlini, etin fakirlere dağıtılmak üzere hazırlanışını çocuk görebilir. Hiçbir mahzuru yok. “İşte öldü hayvan.” denilir kısaca.

Ve kesildikten sonra gözümüz kediler gibi ciğerde olurdu. Hayvan kesilip derisi çıkartılacak, etleri parçalanacak, dağıtılacak vs... Yürek, dalak ve ciğerleri annem hemen temizleyip iki tane soğan biraz domates biraz biberle karabiber katkısıyla pişirir, önümüze koyardı geniş bir sahan içinde.

Ve hiç unutmam, yine böyle bir bayram günüydü. Babam kurbanı birisine kestirdi, yüzmeyi de biz yapıyoruz. Ben elime bıçağı aldım. Böyle on iki on üç yaşında. Babam bırak, dedi. Derisini heder edeceğim, diye korkuyor. Derisi para ediyor, o zaman epey bir değeri de var. Bir miktar bu şekilde babam alışalım diye elimize bıçağı verdi. O zaman -hatırlıyorum- hem acıma duygusu yaşadım hem de o acıma merhamet duygusuyla beraber böyle bir kuş gibi çocuklar gibi mutluluk yaşadık. Bir çocuk psikolojisiyle huzurluydum, neşelenmiştim. Hem üzülüyorum hem neşeleniyorum. Yani iki zıt duyguyu aynı anda yaşadım. Kurban sevinç ve üzüntüyü birleştirme makamıdır. Kurbanda tanıdım bu duyguyu...

Kurban bayramlarında hoşuma gidenler, akrabaları ziyaret etmek, görmediklerimizi görmekti. Gittiğimiz yerlerde şeker ve harçlık verirlerdi çok sevinirdik. Baklava filan ikram edenler de olurdu.

Kurban Bayramı’nda küçükken en çok hoşuma giden şey, kurbanlık yerlerine gidip satılan kurbanları görmekti. Ve her birini severdim. Kurbanlara çok ayrı bir sevgim vardı. Başlarını, sırtlarını okşardım, kuyruklarını, yanlarını, gıdığını, yanağını, sever, okşar alınlarından, öperdim. Kucaklardım sarılırdım. Kurbanlarla çok içli dışlı olurdum, onları çok severdim. Yapılan pazarlıklara bakardım. Bizim kurban, genelde koyun olurdu. Bir de büyükbaş hayvanlar kesilirdi. Onların yüzülmesi, parçalanması akşama kadar sürerdi. Gider, onlar nasıl kesiliyor diye seyrederdik. Harçlık verilirdi. Yokluk zamanı tabii. O harçlıklar çok memnun ederdi bizi.

Bayramlarda çocuk sevinci, panayır yerlerinde çıkardı. Harçlıklarımızla mantar tabancası, çatapat, uçurtma, maytap, oyuncak araba, top alır, sabahtan akşama kadar oyun oynardık. O mutlu çocukluk günlerim, öyle zannediyorum ki cennetten ödünç alınmış kesitlerdi.

Makaleler

Yazarlar