Anadolumuzun küçük, güzel, güzide beldeleri var neyse ki. Onlar, modernitenin getirip bizlere dayattığı hızlı yaşama karşı hâlâ direniyor ve kendi özgün değerlerini muhafaza ediyor. Çocukluğumuzun yadigârı o bayramları ve bayramların o güzelliklerini, âdetlerini sürdürüyor.
Bayramlar insanların sevindiği ve çocukluğunun yadigârı en müstesna günlerdir. Peygamber Efendimizin, Müslümanlar için hayırlı olarak nitelendirdiği bayramların batıni anlamda dinî içeriği ve muhtevası olduğu kadar zahirî anlamda da sosyolojik bir yönü vardır. Anadolu geleneğimizde yüzyıllardır tatbik edilen insanları sevindirmek, küsleri barıştırmak, fakirleri kollayıp gözetmek, çocuklara şeker dahi olsa birtakım bahşişler vermek bayramlara hasredilmiş çok güzel özelliklerdir. İşte bunlardır aslında bayramları bayram kılan. Müslümanların çoluk çocuk, ailecek bayrama has o cici elbiseleriyle bayram namazlarını kılmak üzere namazgâha gitmeleri ve orada eş, dost, tanıdık, tanımadık insanlarla bayramlaşmaları belki de yeryüzünün en güzel sahnelerinden biri olurdu. Sanki insanlar, bu görüntüsüyle yeryüzünden göğün yüzüne kardeşlik şarkıları söylerdi.
Bayramlar, herkeste olduğu gibi benim hayatımda da çocukluğumuzdan itibaren hiç kuşku yok ki çok güzel anılar bıraktı. İstanbul’un Fatih semtinde doğdum ve büyüdüm yani bir İstanbul bir Fatih çocuğuydum. Bayram sabahları erkenden kalkar, cici elbiselerimi giyer, öncelikle evimizin büyükleriyle bayram namazına giderdik. Bayram namazından sonra kabristan ziyaretlerini ihmal etmezdik. Eğer bayramlardan Kurban Bayramı ise kabristan ziyaretimizin akabinde kurban kesilecek evin bahçesine yönelirdik. Evin bahçesine dedim çünkü bizim çocukluk zamanlarımızda Fatih’teki evler hep bahçeliydi. O evlerin bahçelerinde kurban kesmek için her zaman bir üstü betonla kapaklanmış kurban kesme yeri bulunurdu. Toprağın üzerine konulmuş bu kapak, kurban kesimi esnasında açılır ve kurbanın kanı buraya akıtılırdı. Kesim bittikten sonra o kapak bir sonraki Kurban Bayramı’na kadar kapalı kalırdı. Apartman kültürüne geçilen 1960’lı yıllara kadar bu gelenek böyle sürüp gitmişti. Bu yıllardan sonra da apartmanların arka bahçeleri ve bodrumlar bu kutsal görevi üstlenir olmuştu. Üç beş gün önceden alınan ve eve getirilen kurban, kiralanan bir kasap ya da kurban kesmesini bilen bir kişinin maharetinde kesilirdi. Bizim evin kurbanını da halamın kocası, rahmetli eniştem mezbahadan emekli kasap olduğu için keserdi. Yıllarca onun kestiği kurbanları ailecek yer ve ihtiyaç sahiplerine dağıtırdık. Büyükler kurban kesildikten sonra taksimatı yapar, üzerine de kime verileceğini kâğıtla yazardı. Sonrasında bizleri yanına çağırarak şu Ahmet Beylere, şu Hasanlara, şu Hüseyinlere diye de tembihlerlerdi. Bizler de postacı olarak ev ev gezerek kurbanları dağıtır, yerlerine ulaştırırdık. Dağıtım işini tamamladıktan sonra da yaşlıları ziyaret ederek ellerini öpüp onlardan bahşişler toplardık. Topladığımız bahşişlerle de Akdeniz Caddesi üzerinde şimdiki Türk Telekom binasının olduğu yerin arkası, boş araziye kurulan lunaparkta eğlenirdik. O lunaparka çocukların eğlenmesi adına çeşitli oyuncaklar gelirdi. Ayrıca o araziye bazı eşek ve at sahipleri de hayvanlarını getirir, onları belirli ücret karşılığında kiralarlardı. Benim belki de en unutmadığım ve şu an “Ben İstanbul’u atla dolaştım.” dediğimde insanların inanamadıkları o hadiseleri işte o zamanlar yaşamıştım. Yaşımızın 13-14 olduğu zamanlarda delikanlılığa yeni adım atan gençler olarak bizler at kiralar, Vatan Caddesi’nde ve Akdeniz Caddesi’nde at yarışı yapardık. O zamanlar çok fazla araba olmadığından kiraladığımız atla çok rahat dolaşabiliyorduk. Bunu söylerken de sanmayın ki 1920’lerden bahsediyorum, tam olarak 1970’ler. Ben köy çocuğu değildim ancak o zamanlar köyden farksız olan İstanbul’un o bayram günlerinde ata binme zevkini yaşamıştım. Dut ağaçlarının tepesinde oynadığımız ve kurbanlarımızın bahçelerde kesildiği o bayramları unutamıyorum.
Son yıllarda bayramlarımızdaki o lezzet çok çok azaldı. Özellikle büyük şehirlerimizde, bayram âdetlerimiz âdeta ihmal edilir oldu ve dahi unutulur hâle geldi. Hızla akıp giden modern hayat, geleneğimizden pek çok güzel âdeti alıp götürdü, yerine başkaca şeyler ikame etti. Modern hayat gereği hızlı yaşantıdan dolayı insanlar bayramları sadece tatil olarak görmeye başladı. Büyükleri ziyaret rafa kaldırıldı, onların yerini telefonlarla görüşmeler aldı. İnsanlara nesebini, soyunu ve ölümü hatırlatan kabristanları ziyaret çoktan unutuldu. İstanbul başta olmak üzere pek çok büyük şehrimizin başına gelen bu kötü akıbeti henüz yaşamamış Anadolumuzun küçük, güzel, güzide beldeleri var neyse ki. Onlar, modernitenin getirip bizlere dayattığı hızlı yaşama karşı hâlâ direniyor ve kendi özgün değerlerini muhafaza ediyor. Çocukluğumuzun yadigârı o bayramları ve bayramların o güzelliklerini, âdetlerini sürdürüyor. Dileğim şudur ki geleneklerimizin, değerlerimizin rahatça nefes aldığı Anadolumuz her daim yaşasın ve var olsun.